Musiki ve uygarlık

Doğan Kuban
Musiki ve uygarlık

Düşünce, dünyayı algılayıp ona uyum sağlamak ve sonunda kullanmak için araçlarını yarattıktan sonra insan toplumları uygarlık düzeyine yavaş yavaş yaklaştılar. Günümüzde felsefe, bilim ve sanatı yadsıyarak yaşayıp, otomobil ve buzdolabı sahibi olunca kendini çağdaş sanan toplumlar dışarıya bağımlı, uygar olamamış toplumlardır.

Müzik, olasılıkla kültürlerin ilk ürettikleri uygarlık araçlarından biridir. Sümer çağında Mezopotamya’da ve sonradan Mısır’da, Müzik tapınaklarda ve genel eğlencelerde vardı.

Eflatun zamanında toplumsal kurumların ve ahlakın kontrolu için önemli bir araç olarak düşünülmeğe başlamıştı. (The Concise History of Music by Gerald Abraham, 1979, s.26-27)


Yunanlılar ‘Musike’ deyiminden sadece müziği değil, dans ve şiiri de anlıyorlardı. Yunan kültürünün müzik ile ilişkisi edebiyatlarında, tanrılarla ilişkili törenlerde ve 6. Yüzyılda Pitagoras’ın düzenlediği matematiksel temellerde görülür. Onun matematiği sadece musikinin değil, evrenin de matematiği idi. Ve insan ahlakını da kontrol ediyordu.

Sanatların en spontane olanı

Musiki, sanatların en spontane olanıdır. İnsanoğlunun bilgiye dayanmayan en doğal algısı, ses işitmek ve ayırt etmekle başlar. Cumhuriyet döneminde halk musikisi, caz ve yerli müzisyen gruplar güncel yaşamda çoktan dallanıp budaklandığı halde, hala musiki karşıtı sözler söylenmesi, toplum cehaletinin, acıklı gösterilerinden biridir.

Çoğu yurt dışında eğitim görmüş kompozitörlerimiz, piyanistlerimiz, keman virtüözleri, opera sanatçılarımız Türk toplumunun çağdaş dünya ile ortaklığının başta gelen temsilcileri, Ortaçağ karanlığından kurtulmanın öncüleridir.

Fakat Cumhuriyetin atılımları ve günümüzde caz müziğinin yaygın etkisi, kırlardan göçmüş milyonları, çağdaş musikiye duyarlı yapamadı. Bu bir genetik yetersizlik değil, eğitim ve öğretim örgütlenmesi sorunudur. Musiki ile şeytanı örtüştüren cahiller oldukça, uygar olmakta zorlanacağız.

Çağdaş yaşamda her toplumsal etkinliğin neredeyse ayrılmaz öğesi olan musikinin bu durumu, bilim, teknoloji ve uygarlık alanında da geri kalmış olmanın işareti ve ölçüsüdür. Müzisyen yetiştiremiyorsanız, bilim ve teknolojide de gençlerinizi eğitemezsiniz.

Dünyanın müşterisi olarak kalırsınız.

Bunun tarihi kökenini açıklamak için Rusya’da bir konserden başlayan bazı gözlemlerimi anlatmak istiyorum.

İsaac Perlman’ın Rusya konseri

Amerikalı büyük kemancı İsaac Perlman’ın Moskova’da 1991 yılında verdiği bir konserin filmini seyrettim. Çok gelişmiş bir keman ustalığının neredeyse gösterisi gibi olan bu keman konseri binlerce dinleyiciyi kendine hayran bıraktı.

Fakat her müzikseveri heyecanlandıran bu konserin beni düşündüren özelliği dinleyicilerin nitelikleri idi. Bunlar Avrupa konserlerinde ve özellikle Türkiye’de konsere bir vakit geçirme ya da gösteri olarak gelen, güzel giyinmiş dinleyiciler değildi. Çokluk, Sovyet Rusya’nın sayısız uluslarının musiki eğitimi alan gençlerinden oluşan, musikiyi kendi çalıyorlarmış gibi büyük bir ciddiyetle dinleyen genç öğrenciler, hocalar, müzisyenler ve musikiden anlayan halktı. Giyimleri de sıradandı.

Büyüleyici bir virtüöz olan Perlman dinleyicilerin olağanüstü duyarlığının çalanı ne kadar olumlu etkilediğini söyledi. Onlar Perlman’ın ustalığını anladıklarını belli ediyorlar, parçanın sonunda da coşku ile alkışlıyorlardı.

Uygarlık sorunu burada başlıyor

Türk toplumunun en büyük uygarlık sorunu ve çıkmazı buradan başlıyor. Çünkü uygarlaşamamış toplumun yaşamında bir düşünce ve duygu yüceltici olarak katılmamış sanat ve, bunların başında gelen, musiki boşluğu var.

Avrupa’daki gibi, toplumu ve kişiyi duygusal ve entelektüel olarak yüceltecek bir müzik birikimi bizde olmamış. Bu müzik yok anlamına gelmiyor. Köylerde oyunlarımız ve türkülerimiz var. İstanbul’da, belki Itri’den, ya da daha öncesinden başlayan Bizans kilise musikisinden etkilenen bir şarkı geleneği var. Fakat Mehter marşı ile Mozart’ın Türk Marşını aynı terazide tartarsanız, bu konuda hiç aydınlanmamış olduğunuzu dünyaya kanıtlarsınız.

Her şey değişerek bugüne geldi

İnsan bitkileri evcilleştirip ehlileştirdiği için maymundan farklılaştı. Uygarlık insanın doğaya müdahale etmesi ve onu değiştirmesi ile başladı.

Halk musikisi de insan ürünüdür. Uygarlığın bir özelliği daha var: Düşünce, sanat, bilim, teknoloji denen olgular başladıkları yerde kalmazlar. Binlerce yıl değişerek bu günlere ulaşıldı. Mezopotamya geometrisi, Yunan matematiği, Yunan felsefesine kalsaydık, bugünlere gelemezdik.

Dini inançlar ya da öğretiler de değişebildikleri için bugün yaşıyorlar. Uygar insanlar bugün güneşe tapmıyorlar. İnsanlar, aynı fabrikada üretilmiş gibi, birbirlerine benzemiyorlar. İnançları da farklı. En kalabalık din toplumu olan Hıristiyanlık dünya nüfusunun 1/3 ünü geçmiyor.

Uygarlığın sihirli ilacı yok

Uygarlığa sihirli bir ilaç alarak ulaşılmıyor. Yüzyılların çaba, öğretim ve birikimidir. Toplumların değişik düzeylerde, kültürleri, sanatları, teknikleri ve doğa bağlamında bilgileri var. Eşitlik yok. “Dilimiz var, dinimiz var, sanatımız var, musikimiz var, mimarimiz var, edebiyatımız var demek, dünya ile eşit uygarlığımız var” anlamına gelmiyor.

Moskova konserinde, bizde olmayan ne vardı? Toplumun yüksek bir musiki kültürü var. Biz bu ülkede, çok özel koşullar dışında, musiki kültürü almıyoruz. Rus kültürü ile Türk kültürü arasında, musiki bağlamında ne fark var? Her şeyden önce Rusların dünyaca ünlü büyük kompozitörleri var.

Rusya ve biz

Ulusal kaynaklara dayanarak beste yapanlarla başlayan liste dünyaca bilinen ve dinlenen kompozitörlerle dolu. Bunların büyük bir çoğunluğu 19. Yüzyıl sanatçılarıdır: Glinka, Balakirev, Musorgski, Rimski-Korsakov, Rubinstein, Çaykovski, Borodin, Glazunov, Ippolitov -Ivanov, Skriabin, Stravinski. Rus devriminde yetişen Prokofiev ve Şostakoviç ve başkaları.

Bu ünlü adların karşısına Osmanlı kültürünün çıkarabileceği bir tek müzisyen adı yoktur. 19. yüzyıl Rus müzisyenlerinin çoğunluğu Avrupa’da yetişmiştir. Bu kompozitörler içinde Rimski-Korsakov gibi, İslam edebiyatının Binbir Gece Hikayeleri’nden aldığı konuyu işleyerek ‘Şehrazad’ süitini besteleyen Rimski-Korsakov, Türklerin en çok bildiği Rus bestekarıdır.

20 yüzyıl başında Doğu Anadolu’da söylenen şarkılar içine İppolitov- İvanov’un bestelediği bir şarkıyı, Kurtuluş savaşından sonra Sarıkamış’ta yaşamış annemin söylediğini anımsıyorum.

Rusya’da dünyanın en ünlü baleleri var. Bu dans türü insanoğlunun yarattığı en güzel görsel şölenlerden biridir. Anadolu’nun halk dansları içinde Kafkas ve Rus halk dansları ile yakın gelenekler olduğunu ve bu halk danslarının, Cumhuriyet döneminde devletçe çok desteklendiği dönemde, halktan ne büyük ilgi topladığını biliyoruz.

Ruh halini yansıtan ses düzeni

Halkımız musikiye kapalı bir ortamda yetiştiği için, bugün bile, okumuşlar da dahil, bir operanın, bir hikayeden çok, insanların ruh halini yansıtan bir ses düzeni olduğunu anlamakta zorluk çekerler. Puccini’nin La Boheme operası sonunda ölen Mimi’nin ölmeden öyle şarkılar nasıl söyleyebildiğini soran bir konser meraklısını anımsıyorum.

Sevgili Okuyucular,

1453’den sonra Avrupa ile kültür ortaklığını kabul etmemiş olan Osmanlı sultanları ve yönetenleri, topluma dünya ile ortak bir şey bırakmadan yok oldular. Bizim çağdaş bestekarlarımız, virtüözlerimiz Cumhuriyetten sonra yetişti. Avrupa’ya giderek sanatlarını öğrendiler.

Müziksiz uygarlık yok!

Doğan Kuban


Doğan Kuban