A. Manguel’i tanımayan kitapçoksever azdır. Yeni kitabı geçtiğimiz günlerde “Gezgin, Kule ve Kitapkurdu” adıyla Yapı Kredi Yayınları’ndan yayınlandı.
Girişteki alıntı günümüzün gerçek-ötesi (post-truth) bakış açısıyla hoş bir paralellik arzediyor. Fark şurada ki söz yüz küsur sene önce ünlü filozof F. Nietzsche tarafından söylenmiş: “Gerçek diye bir şey yoktur; onlar yorumdur”.
Ne müthiş tesadüf değil mi? Tam da post-truth (gerçek-ötesi) lafzının yılın kelimesi seçildiği bir zamanda! Geçtiğimiz günlerde ülkemizi ziyaret eden, Homo Sapiens ve Homo Deus kitaplarının yazarı Y. N. Harari’nin Mehveş Evin’e vermiş olduğu bir röportajda belirttiği gibi : “Ne zaman gerçeğin çağını yaşadık? (...) Tarih boyunca gerçeği eğip büken, gizleyen güçlü ideolojiler, dinler hep oldu. Tamamen sorgulanabilir gerçekler ve kanıtlar üzerine kurulu bir topluma rastlayamazsınız”.
Peki bu durumda sıkıntı nerede? Tarih boyunca üç aşağı beş yukarı benzer bir modelde yaşanmışsa neden bugünün gerçek-ötesi söylemlerine itiraz ediliyor?
Çok incelikli olmasa da şöyle bir değerlendirme yapılabilir: Her kişi, toplum, kültür, ülke, ideoloji vb. kendi derinliğine göre yeri geldiğinde gerçek-ötesi tarafı kullanabilir. Bugünün popülist siyasi iktidarları da onları destekleyen bireyler de dünyanın her yerinde kendi derinliklerine göre gerek duydukları anda gerçek-ötesi tarafa geçebiliyor(uz).
Temel rahatsızlık bu olmasın? Daha derinlikli olanların sığlıktan duyduğu... Ya bunu gerçek-ötesi paketine sarıp, onun devreye sokulmasını eleştirerek yapıyorlarsa (böylece kitlelerin bilinçaltına “Ama biz böyle yapmıyoruz” mesajını da yerleştirmiş oluyorlarsa).
Bir insanın vücuduna elektrik vermek işkenceyken, başına bir kova geçirip, tepesinden saatlerce su damlatmak, birisini kırk derece sıcağın altında saatlerce bekletmek, düzenli alması gereken ilaçları zamanında vermemek vd. işkence değil midir?
Dünyanın neresinden olursa olsun, gücü elinde tutanların (zorla veya değil ama daima) haklı olduğu kanıtlanmış bir yeryüzü kültüründen bahsetmiyor muyuz? Eleştirilen şey yönetime yeni gelenlerin, o ülkenin elit yönetici sınıfı tarafından “sınıfa uygun” bulunmuyor olmasıdır belki de.
Bu süreci, değişimi yeryüzü kültürü ilk defa mı yaşıyor? Örneğin imparatorluk, krallık gibi yönetim modellerinden halkın oyu ile yetkilendirilen görevlilerin icracı olduğu yönetim modellerine geçerken o devrin imparatorları, kralları (ve onların yandaşları) acaba nasıl düşünüyordu? Bu değişimi, bu dönüşümü gerek kendileri gerekse de halk kitleleri için daha mı uygun buluyorlardı?
İş aslında gelip derinlik-sığlık ikilemine bağlanacaksa eleştiren taraftaki elitist düşüncede olanların şunu sorgulaması gerekmez mi? Sığ kalanlar, düne kadar sığ kalmayı tercih mi ettiler, yoksa sığ kalmak zorunda mı bırakıldılar? Düne kadar ülkeleri yönetenler kapitalist düzenin çarkları arasında önce canlı kalıp sonra da parmaklarını yalamak için kitleleri biliçli veya bilinçsiz feda etti mi, etmedi mi?
Harrari net olarak “Kapitalist sistem kökten değişecek olursa toplum çöker” diyor. Olabilir. Ama hangi toplum? Doğanın içinden çıkmış insanı, makineye dönüştürmeye çalışan toplum mu? Asıl soru(n) şu değil mi? Eleştirenler yıkılabilecek toplumun yerine ne tür bir toplumun gelmesini istiyor? Öyle bir toplumu kurmak için bir şey yapıyorlar mı? İşte dijital yerli kuşaklara miras bırakılan en büyük sorun!
Tanol Türkoğlu / tanolturkoglu@gmail.com
*Bu yazı HBT'nin 46. sayısında yayınlanmıştır.