1986 yılında Cumhuriyet’teki yazısına böyle bir başlık atmıştı büyük hukuk bilimcimiz Hıfzı Veldet Velidedeoğlu ve ardından da şöyle bir açıklama yapmıştı: "Evet, orman sözcüğünü veya başlığını görünce çoğu aydınımız o yazıyı okumaz. Ormanı kendi ilgi alanı dışında sayar. Ben onları, Fransızların ‘gourmet’ dediği damak zevkine düşkün kişilere benzetirim: Karidesli, levrekli, bonfileli sofralara alışmışlardır. Kuru fasulyeli tabak geldi mi, burun kıvırırlar. Onların karides, levrek veya bonfileli sofrası, düşün, felsefe, ekonomi, politika yazılarıdır. Sadece böyle ince ve karmaşık konulardan zevk alırlar. Orman konusu ise kuru fasulyedir çoğu için."
Velidedeoğlu’nun bu açıklamasına tümüyle katılmış, yıllarca da sözü edilen durumun değiştirilmesi gerektiğini savunmuştum. Yaşasaydı, bu olumsuzluğun günümüzde büyük ölçüde aşıldığını görüp mutlu olurdu. Gerçekten de, yurttaşlarımızın çoğunluğu günümüzde orman deyince artık hem okuyor, hem de ormanlara zarar verebileceğini düşündükleri hukuksal düzenlemeler ile uygulamalardan kaygılanıyor ve elinden geldiğince bunları önlemeye çabalıyor. Öyle ki, kimilerinin bu yolda canını yitirmesi bile onları yıldıramıyor.
Ülkemizde ormancılık
Ancak, bu kez de çoğu, ormancılık deyince, okumuyor! Ormancılığı yalnızca teknik bir etkinlik alanı olarak anlıyorlar. Bu da artık aşılması gereken bir yanılsamadır.
Orman ekosistemi bir arazi üzerinde bulunuyor ya da oluşturulabiliyor. Öyle olduğu içindir ki, hem 1937 yılında çıkarılan 3116 sayılı, hem de 1956 yılında çıkarılan ancak tam 29 kez değiştirilmesine karşın günümüzde de yürürlükte olan 6831 sayılı Orman Kanunu’nda, hukuksal olarak orman sayılacak yerler tanımlanırken: "... Ağaç ve ağaççıkların toplu halleri yerleriyle beraber (birlikte)…" vurgusu yapılmıştır. Bu nedensiz değildir: Cumhuriyet dönemi boyunca hukuksal olarak orman sayılan yerlerle ilgili toplumsal, dolayısıyla siyasal, hukuksal ve ekonomik amaçlı yönelimlerin neredeyse tümü bu yerlerin arazi bileşeni üzerine odaklanmıştır. Ayrıca, ormancılığımızın temel sorunları, günümüzde de yoksul köylüler, egemen sınıflar ve siyasal iktidarların, orman sayılan arazileri ormancılık dışı amaçlarla kullanma çabalarından kaynaklanmaktadır.
Süreç, önce çoğunlukla yoksul köylülerin, göçmenlerin yerleşmek, bitkisel üretim, hayvancılık yapmak
için gereksindikleri arazileri orman sayılan yerlerden edinme çabaları ile gündeme gelmiş, siyasal iktidarlar da bu doğrultuda düzenlemeler ile uygulamalar yapmıştır. Öyle ki, 1970-2000 döneminde, Anayasanın ilgili maddesi ve 6831 sayılı yasanın 1. ve 2. maddeleri bu amaçla birçok kez değiştirilmiş ve 2B olarak anılan bu uygulamalar
giderek yaygınlaştırılmıştır.
Kısacası, üzerindeki orman ekosistemi kaldırılan, devlet ormanı sayılan araziler, deyim yerindeyse kapanın elinde kalmıştır. 2000 yılından sonra ise devlet ormanı sayılan arazilere yönelimin amaçları değişmiş, büyük sermaye gerektiren yatırımlara arazi tahsis, kiralama vb uygulamalar ağırlık kazanmıştır. Bu çabalar, özellikle 2000’li yıllarda görülmedik boyutlara ulaşmış, 1937 yılından bu yana yürürlükte olan devlet ormancılığı düzeni de bu yönelimin yüklenicisi (taşeronu) konumuna indirgenmiştir.
Devlet ormancılığı düzeninin özelleştirilmesi de bu bağlamda anımsanmalı, çünkü çoktan unutuldu: Başlangıçta Orman Genel Müdürlüğü tarafından devleştirilen, 1970’ten sonra ise Orman Ürünleri Sanayi Genel Müdürlüğü tarafından kurulan yirmiyi aşkın tümleşik (entegre) orman ürünleri sanayi işletmesinin tümü özelleştirildi. Artık çoğu çalışmayan bu tesislerin arazileri ise kapanın elinde kaldı.
Ancak, 2000’li yıllarda bunlarla da yetinilmedi, bu kez de planlama, ağaçlandırma, inşaat, orman ürünü hasadı, orman sayılan yerlerden yararlanma vb temel ormancılık etkinliklerinin özelleştirilmesine başlandı. Özel ağaçlandırma adı altında, orman ekosisteminin içinde badem, ceviz, kestane, zeytin vb ağaçlıkların oluşturulmasına izin verilir oldu. Teknik ve ekolojik gerekler doğrultusunda yönetilemediğinden, orman ekosistemi, yoğun kar yağışına, rüzgara, böcek ve mantarlara karşı doğal olarak direnebilme yetisini büyük ölçüde yitirdi.
Kısacası ormancılık, ülkemizde hemen hemen hiçbir dönemde ekolojik ya da teknik bir etkinlik olmamıştır. Teknik ve ekolojik temelli çalışmaların yanı sıra ekonomi politik boyutları da olan toplumsal ve siyasal bir uğraş alanı olarak işlev görmüştür. Ne var ki, bu gerçeklik ile en gerekli, en yaman çevre/doğa korumacılarının tartışma gündemine bile girememiştir. Yaşasaydı, Velidedeoğlu bu durumu kim bilir nasıl değerlendirirdi?
Sonuç olarak… Kimlerin mülkiyetinde olursa olsun, orman ekosistemi de kamusal varsıllıktır. Dolayısıyla, en geniş anlamda kamusal yararı ençoklayacak biçimde yönetilmesi ve hiçbir nedenle savsaklanmaması gereken bir zorunluluktur. Açıktır ki, bu zorunluluğun yerine getirilmesinin öncelikli koşullarından birisi, ormancılık çalışmalardır.
Gerektiği gibi yapılmadığında ya da yapılamadığında ormancılık çalışmaları da orman yıkımlarına yol açabilmektedir. Bu nedenle, orman ekosistemine zarar verebilecek etkinliklerin, kesilecek ağaç sayısına ya da ormansızlaştırılacak alan genişliğine indirgenmesi, yaşamsal önemde bir yanılsamadır.
Bunca yıldır, üstelikte orman ekosistemine yönelik duyarlılıkların son derece gelişip yaygınlaştığı günümüzde bu gerçeğine ayırdına varılamamış olması ise üzüntü ve kaygı verici bir durumdur.
Doç. Dr. Yücel Çağlar, Orman Yüksek Mühendisi
*Bu yazı, Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu'nun anısına yazılmıştır.