Demokrasi masal olmasın

Toplum
Demokrasi masal olmasın

Ülkece yaşamakta olduğumuz siyasal-toplumsal huzursuzluk, kökenleri geçmişe uzanan olumsuz nitelikli siyasal-toplumsal dönüşümün bir sonucu olup son aylarda kara bir tabloya dönüşmüştür. Dost ve dostluk sözcüklerinin unutulduğu; kimsenin kimseye güvenmeyip herkesin herkese kuşku ile baktığı; “aldatıldım”, “kandırıldım” sözcüklerinin, kişisel ve toplumsal ilişkilerde ve siyasal düzeyde tavan yaptığı; en vahimi, aldatılmanın mazeret olarak rahatlıkla kullanılabildiği bir tablo bu; karmakarışık, örümcek ağı ya da labirent gibi ve akıl dışı.

Toplumsal kültürde yozlaşma

Bizler çoçukken ve gençken “hukuku besleyen ve onunla beslenen insancıl-ahlaki değerlerin”, dolayısıyla “barışın” hakim olduğu bir ortam vardı. İyi niyet, dürüstlük ve dostluk asıldı. Aileler ve öğretmenler “akıl” temelinde elele vermiş, “topluma-vatana hizmet” aşkı ile dolu nesiller yetiştiriyorlardı. Öğrenciler arasında, öğrenme odaklı, kardeşlik ve dostluğa dayanan bir yarış vardı. Başkasının önünü kesmek akıllara gelmediği gibi başkası rakip olarak bile görülmüyordu. Çevreye ve milli değerlere de saygı hakimdi. Sımsıcak duyguların paylaşıldığı, neşe ve coşku dolu yerli malı haftası bunun net bir örneğiydi.


İşte bu güzel tablo, siyasal kültürdeki olumsuz değişimlerin etkisiyle yavaş yavaş bozulmuştur. “Köşeyi dönme” ideolojisinin yücelttiği “kurnazlığı” “aklın” yerine koyan aileler çocuklarını buna göre yetiştirmişlerdir. “Egoist ve kurnaz olma, kestirmeden (yorulmadan-öğrenmeden) sonuca gitme, sürekli ‘dayı’lar arama, yan bakana haddini bildirme” hem özel hem de mesleki yaşamda olağanlaşmıştır. “Akıl” kullanılmadığı için görülemeyen acı gerçek, kendi dışındakinin varlığını ve hakkını yok sayan bu girişimlerin, toplumu birarada tutmanın “ortak paydası” olan ”hukuk”un tabanını kaydırdığı, böylece barış kültüründen de uzaklaşıldığıdır. Kandırılmaların yaygınlaşması da bu olgunun somut bir sonucudur. Küçücük çocukların büyüklerini, öğrencilerin öğretmenlerini rahatlıkla ve hiç sıkılmadan “oyuna getirme” örneklerinin fazlalığı başka türlü açıklanamaz ki.

Siyasal kültürde yozlaşma, hukukun tahribi

Siyasal kültürdeki olumsuz değişimler, üst düzey yöneticilerce, özellikle 1980’den itibaren, başlatılmış, son onyılı aşkın süreçteki girişimlerle de yerleştirilmiştir. “Benim memurum işini bilir” ve “anayasayı bir kere delmekle bir şey olmaz” söylemleri ve bunu esas alan uygulamalarla bir karşı duvarın tuğlaları örülmüştür ardı ardına. Demokrasiyi ve onun güvencesi olarak toplumu ve devleti ayakta tutan “hukukun üstünlüğü”nü sonlandıracak bir karşı duvardır bu. Bunların garantisi olan “yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı”nın yokedilişi, en ağır ve nihai tuğla olarak eklenmiştir bu duvara, “yetmez ama evet”çilerin katkısıyla.

Can simidi demokrasi

Kandırılmamanın çaresi demokrasidir. Bu yeni bir gerçek de değil. Çünkü kaybolan “insani değerlerle dolu barış ortamı” zaten demokrasi sayesinde yerleşmiştir. Demokrasi “halk yönetimi” demek, kökenleri çok eskilere uzanıyor ve günümüzdeki şeklini alması da uzun sürüyor. “Klasik demokrasi” sözcüğünün yerini “çoğulcu-katılımcı-çağdaş demokrasi” alıyor. Halka, yani hepimize, eskisine göre, daha çok önem veren, daha zenginleşmiş bir anlayış bu. Bizleri sadece seçimlerde değil, her zaman ve her düzeyde yöneticilerin denetlenmesine dahil ediyor. “Hürriyeti yok etme hürriyeti”ni tanımayarak kendini terör odaklarına ve dikta heveslilerine karşı koruduğu gibi, daha da gelişeceği yönünde verileri de barındıryor kendi içinde bu kavram.

Kolay olmuyor demokrasinin bugünkü şeklini alması. Çeşitli sıfatlarıyla (kabile reisi, derebeyi, asılzade, kral, ruhani lider-din adamı-, führer, duce gibi) kendilerini üstün görerek geniş halk yığınlarını sömüren “tiran”ların (tyrant-zorba) zulmüne karşı verilen mücadelelerle dolu bir tarihi var onun. “Ortak iyiliği” (halkın menfaatini) gerçekleştirmeyi hedef alan bu mücadelede çarpıcı örnekler de mevcut. Bir imparatorun (M. Aurelius), üstelik daha İlkçağda, kendini “bir dünya vatandaşı”, yönetici olmayı da “halka karşı bir ödev” olarak görebilmesi gibi. Bir din adamının (T. Aquinas), “halkın iyiliğini korumadan uzaklaşan yöneticilere itaat etmeme yükümlülüğünün olduğu” söylemiyle Ortaçağ’ın karanlığını delebilmesi gibi.

Özünde, birbirine bağlı iki önemli gerçek var demokrasinin: Akıl ve halkın menfaati.

Akıl sayesinde Ortaçağın karanlıkları (batıl inançlılık, din adamlarının dini araç olarak kullanarak halkı kandırıp sömürmesi gibi) aşılmış, halkın menfaatinin asıl olduğu anlaşılmıştır. Sonrasında bu iki gerçek temelinde demokrasinin daha somut diğer ilkeleri yeşermiştir. Bunlar, insan hak ve hürriyetlerinin esas olması ve bunlara saygı, siyasal muhalefetin vazgeçilemezliği, dinsel duyguların sadece tanrı ile birey arasında kaldığı ve kimsenin buna karışamayacağı (laiklik ilkesi) ve nihayet bütün bunların “hukukun üstünlüğü” ilkesi ile sağlanıp güvenceye alınacağıdır. “Çok seslilik” (basın ve ifade hürriyeti ile siyasal muhalefet) sayesinde yöneticilerin tiranlığa, halkın menfaati dışına kayma girişimleri gözetlenecektir.

Böyle bir ortamda bütün gerçekler açığa çıkacağından, “kandırılma” durumları da engellenecek, “kandırılma” mazeret olamayacaktır. Mahkemelerin bağımsızlık ve tarafsızlığı (yargı görevlilerinin sadece halkın menfaati için ve halkın adına görev yapmaları) ile de hukukun üstünlüğü ve bütün kazanımlar güvenceye alınacaktır. Böylece, herbiri diğeriyle içiçe geçen, biri olmazsa diğerinin de olamayacağı bir “ilkeler demeti”dir demokrasi. Ayrıca bunlar, temellerinde din ve ahlak kurallarıyla da örtüşen, insan olmaya ilişkin değerleri içerdiklerinden, demokrasi aynı zamanda “sorgulanamayacak değerler bütünüdür” de.

“İlkeler-değerler demeti”nin gerisinde hep akıl vardır; hukuk kuralları da “akıl” temelinde şekillendirilmiştir demokrasilerde. Akıl hastası olma gibi istisnai durumlar hariç, belli bir yaşa gelmiş herkesi ehil sayan “rüşt” (erginlik) kuralının arkasında “aklını kullanarak davranmanın” veri sayılması vardır. “Basiretli bir iş adamı” kuralında da aynı durum geçerlidir; sürekli aldatıldığı için sürekli zarar eden bir tacirin yapacağı en akıllıca iş ticareti bırakmaktır kuşkusuz.

Aklını kullanması ve halkın menfaatini esas alması sayesinde keşfetti Atatürk “dahili ve harici bedhahları” (kötücüler), kimseler kandıramadı kendisini ve yenmeyi başardı onları. Aynı şekilde keşfetti Ata’mız günümüz demokrasisine ilişkin çok önemli bir gerçeği¸ üstelik demokrasi henüz bugünkü şeklini almadan yıllar önce.

“Batılı ülkeler gibi olma” ya da “Batılılışmayı” değil, “muasır medeniyet” (çağdaş uygarlık) “düzeyine ulaşmayı” esas aldı söylem ve eylemlerinde. Böylece, demokrasi kavramındaki ilke ve değerler bütününün Batılı ülkeler ve onların halkı ile sınırlı olmadığı, evrensel bir nitelik taşıdığı gerçeğini görebildi herkesten önce. Bunun çok önemli bir sonucu, bu kavramı sadece kendi menfaatleri için kullanmaya kalkışan Batılı ülkelerin yine bu kavramın sağladığı verilerle engellenebileceğidir; “Batı’nın ürünü” deyip demokrasi rededilerek değil. Kaldı ki, demokrasiyi yaratan Batılı düşünürlerin, Doğu uygarlığından ve İslam düşünürlerinden etkilendikleri de hatırlanması gereken diğer bir gerçektir.

”İlkeler- değerler bütünü” olarak demokrasi, yine “akıl” ve “halkın menfaati” temelinde herkese mesajlar verip ödevler yüklüyor. Yöneticilere ve yargıçlar- polisler dahil, tüm kamu görevlilerine verilen mesaj şudur: “Sizleri halktan farklı kılacak bir üstünlüğünüz yok. Halk yetkilendirdiği için ve onun menfaatini gerçekleştirmek için varsınız. Göreviniz ve sınırları, esasında sizleri de koruyan, hukukun üstünlüğü ilkesiyle belirlenmiştir. Görevinizi buna göre yapacak ve halk istemediği zaman da onu halkın istediği başkasına devretmeyi kabulleneceksiniz”.

Halka ve bireylere verilen mesaj ve görev ise şöyledir: “Yöneticileri sizler, sizin menfaatinizi sağlamaları için seçiyorsunuz. Hukukun üstünlüğü kapsamında diğer haklara da sahipsiniz. Bu haklar kendinizi yöneticilere karşı korumak için de verildi. Bunları başkalarının da aynı haklara sahip olduğu bilinciyle kullanacaksınız. Kullanmanın hareket noktası akıldır. Bu sayede, kendi menfaatlari için sizleri kandırmaya çalışanları yönetime getirmeyecek, gelenleri de görevden uzaklaştırabilecek; onlar ya da başkaları tarafından kandırılamayacaksınız”.

Sonuç yerine, masaldaki çoçuk

Bir varmış, bir... Bir zamanlar, ortaokul öğrencisi iki çocuğu olan, orta sınıfa mensup bir aile varmış. Sağduyulu olan anne-baba iki çocuğa da eşit davranıyormuş ve ailede saygı-sevgiye dayalı bir yaşam varmış. Ancak iki çocuk da haftalık olarak aynı harçlığı aldığı halde, birisi harçlığını bir günde bitiriyor ve sorulduğunda “kandırıldım, arkadaşlar aldı” deyip yeniden harçlık istiyormuş. Ancak anne-baba onu arkadaşlarının aldatmadığını ve harçlığını başka şeylere isteyerek harcadığını kısa bir sürede keşfetmiş ve bu durumu hiç belli etmeden, çocuğa, “bir daha kandırılmayacaksın, kandırıldım dersen sana yeniden harçlık vermeyeceğiz. Ya aklını kullanıp kandırılmazsın ya da seni doktora götürürüz” demişler. Bu söylemden sonra çocuk kurnaz tilkiliği bırakmış.

Bu yazıyı, sayısız hayal kırıklıklarına karşın ölmeyen, içimdeki “masum çocuğun” isteğiyle yazdım; masum çocukluklar ölmesin, öldürülmesin diye... Bu yazıyı, dokuz yaşındaki idealini gerçekleştirmek için hukukçu olan ve mesleğini haksızlıklara direnerek özveriyle yapmaya çabalayan bir kişinin hissedebileceği “hukuk özlemiyle” yazdım; hukukun üstünlüğü sonlanmasın, çocukluk idealleri sönmesin, kimseler kanmasın-kandırılmasın, akıllar tutulmasın diye....

Prof. Dr. Nükhet Yılmaz Turgut 


*Bu yazı Aralık 2016'da HBT Dergi'de yayınlanmıştır.