Zekâ bilim kapısını açan bir anahtar mı?

Öne Çıkanlar Toplum

3 Haziran 2016 tarihli Herkese Bilim Teknoloji dergisinde açılan bir tartışma hem kapağa taşındı hem de aynı dergide bu konuda bilgi ve zekânın bileşenleri üzerine bir makale yazıldı. Prof. Dr. Aziz Sancar, diğer taraftan aynı dergide Prof. Dr. Doğan Kuban’ın “Osmanlı Ne zaman Bir Matematik Yazmıştır” adlı makalesi çıktı. Bunların dışında Cumhuriyet Bilim Teknoloji dergilerinde değişik düşünürlerin uzun yıllardır genel soruları vardır. Peki, tüm çabalara rağmen Türkiye’de bilimsel araştırmalar neden hala yerinde sayıyor? Bu yazıda zekâ ile bilimsel yetenek arasında bir bağ kurmaya çalışacağım.

Kolektif bilim belleği


Sosyoloji bilimin kurucularından Emile Durkheim toplumlardaki “kolektif bilinçten” bahseder. Araştırma konusunda ise ben uluslarda kolektif bilimsel belleğin çok önemli bir unsur olduğunu düşünüyorum. Şu şekilde anlatabilirim:

Avrupalı bilim insanlarının bir bilimsel kolektif belleği vardır. Fransız filozofu Henri Bergson bellek ile bilinci bir tutar. Bu görüşe göre Avrupalı bilim insanının kolektif belleğinde René Descartes, John Locke, Leibniz, Max Plank, Claude Bernard gibi isimler vardır. Bunlar neredeyse büyük psikolog Gustav Jung’un arketipleri gibi belirli kavimlerin belleklerinde de kazınmışlardır. Bundan dolayı Avrupalı bilim insanları bu düşünürlerin çalışma prensiplerini içlerine sindirmişlerdir. Bu nedenle asırlarca büyük düşünce ekolleri ve filozofları Avrupa’dan çıkmıştır. Buna karşılık Amerika kıtası Rönesans’ı kuruluşu sırasında yakalayamamıştır. Nitekim felsefe ve beyin konusunda Amerika'da güncel iki kitap vardır ve bu kitapların satışı fazla olmakla birlikte doktrinleri çok zayıftır.

Türkiye’ye gelince, ancak 80-100 yıllık bir araştırma geleneği olan ülkemizde büyük Avrupa ekollerinin etkisine girmek güçtür. Bu nedenle genç bilim insanlarının çoğu Amerika’da geçirdikleri eğitim devrelerinde öğrenebildikleri yeni yöntemlere sarılmakta ve genellikle ilk deneyimlerinin devamını Türkiye’de sağlamaya çalışmaktadırlar. Bu durum da tabii ki bir devam sağlamaz. Nitekim Türkiye’de çok atıflı üniversitelerimizin gelen atıfların çoğuna öncelikle Amerika ve sonra Avrupa bağlantılı bilim insanlarından sağlandığı görülür. Üniversitelere verilen atıf sayılarının kökü de yurt dışında olduğundan Türkiye’nin endekslerinde büyük ilerleme bu şekilde kaydedilmez.

Neden bu satırları yazıyorum?

Zekâ ve yetenek konularının derin bir analizi benim bilimsel gücümün dışındadır. Bu satırları neden yazma gereksinmesi duyduğumu izah için önce Türkiye’de ne kadar süre çalıştığımı ve hangi konularda yayınlarım olduğunu kısaca özetleme gerek.

Almanya’da 10 yıla yakın süre üniversitede fizik master eğitimi aldım ve Fizyolojik bilimlerde doktora yaptım. Kısa süre sonra da ABD’de post-doktora fellow olarak çalıştım. Onu takip eden süre içinde Hacettepe Üniversitesi’nde Biyofizik Enstitüsü’nü kurdum. Bu çalışma evresinden sonra bir buçuk yıl Alman Araştırma Kurumu’nun (DFG) Richard Merton Profesörü unvanıyla Kiel Üniversitesi’nde çalıştım. 1980 yılından itibaren Lübeck Tıp Üniversitesi’nde nörobilim araştırma yönetimini yöneterek fizyoloji dersi verdim. 2000-2006 yılları arasında İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi’nde ve 2006 yılından bugüne kadar geçen süre içinde de İstanbul Kültür Üniversitesi’nde Beyin Dinamiği, Kognisyon Araştırma Merkezi’ni yönetiyorum. Dolayısıyla araştırma ve öğrenim hayatımın önemli bir kısmını yurtdışında geçirmiş olmama rağmen Türkiye’de 25 yıllık bir çalışma sürem var. Bundan dolayı hem Türkiye ortamında hem de uluslararası platformda bu yazının başlığındaki soruya cevap arayabileceğimi düşünüyorum.

Türkiye’deki bilimsel çalışmalarımın ilk ürünleriyle (1970) uluslararası beyin araştırmalarında yeni bir kapı açıldı.

Özellikle vurgulamak istediğim konu 1970-1980 yılları sırasında Hacettepe Üniversitesi’nde genç bir avuç bilim insanıyla geliştirdiğim “Beyin Dinamiği ve Beyin Salınımları” teorisi bugün dünyada nörobilim literatüründe ve kognitif süreçler konusunda en büyük ivmeyle gelişen alt dallardan biri olmuştur. Türkiye’de yapılan araştırmalarda 1980 yılında basılan “EEG Brain-Dynamics” adlı kitabım literatürde bir kilometre taşı olarak kabul edilmiştir. Çünkü bu kitapta açıklanan kavram ve yöntemler bugün nörobilimde yaygın olarak kullanılmaktadır. Beyin salınımlarının kognitif süreçlerdeki önemi hastalıklarda biyobelirteç olarak kullanılması önemli uygulamalardır.

Buna ek olarak beyinde entropi prensibi, kuantum beyin ve bağlantıların (connectivity) önemi son 10 yılda ortaya çıkmıştır. Diğer kelimelerle, belirtilen kitabın basılışında 20 yıl sonra bu önerilen konular da filizlenmiştir. Tek cümleyle şunu söylemek istiyorum: Türkiye’de belirli dallarda uluslararası araştırma ortalamasının çok üstünde de kaliteli araştırmalar yapılabilmiştir. Bu örneği verebilecek birçok bilim insanı da vardır.

Beyin dinamiği konusunda laboratuvarlarımda yükseköğretim yapan öğrencilerim nereye ulaştı?

Bu bilimsel gelişmeye paralel olarak dünyanın değişik ülkelerine dağılan eski doktora öğrencilerimden hemen hemen hepsi profesör olarak bilimsel kuruluşların başına geçmiştir. 25-30 öğrenci arası doktora çalışması yapılmıştır, birçok genç araştırmacı da doktora sonrası çalışmalarını yaptıktan sonra doçentlik tezlerini ortak yayınlarla hazırlamışlardır.

Şunu da vurgulamak isterim ki, benim laboratuvarımda çalışan öğrencilerimden en çok Türkiye’de doğup büyüyen başarılı kişiler olmuştur. Yanımda çalışan kişiler Arjantin, Rusya, ABD, Almanya, İsveç, Bulgaristan, Avustralya, İngiltere gibi ülkelerde profesör olarak araştırmalarına devam etmektedirler, ana bilim dalı başkanı ya da hastane başhekimi olmuşlardır. Bütün bunları belirttikten sonra Türkiye’de araştırmalar neden geri kaldı? Sorusuna kısmen cevap verecek durumda olduğumu düşünüyorum.

Hacettepe’deki araştırma grubunun kalıcı katkısı

Yukarıda bahsettiğim 1978’li yıllarda Hacettepe Üniversitesi’ndeki 6-7 kişilik genç bilim insanları grubunun yaş ortalaması 26 idi. Gruptaki araştırıcılar değişik eğitim süreçlerinden geçmişti ve benim dışımda hiçbiri yurt dışında bulunmamıştı.

Buna rağmen bu grubun emeğiyle oluşan EE-Brain Dynamics (1980, Elsevier) adlı kitabım beyin elektriksel aktivitesinin ve bu aktivitenin duyusal uyarılara cevabının yeni bir kavramla incelenmesi gereğini savunuyordu.

Ayrıca bu kavramın nöropsikiyatrik klinik araştırmalarında kullanılacağı, beyin kuantum teorisinde bir beklenti olduğunu, beyinde entropinin önemini ve EEG sinyallerinin fonksiyonlara yönelik biyobelirteç olacağını niceliksel olarak savunmuştur. Uluslararası nörobilim literatüründe bu seviyeye ancak 2000’li yıllarda ulaşılmıştır. Bu olay şunu gösteriyor: Bilgileri henüz az ve genç bir araştırıcı grubu beyin dinamiği konusunda Amerikalı ve Avrupalı tecrübeli bilim insanlarının bu konuda olabilecek başarısını önceden aşmıştır.

İKU’da BEYİNMER’de genç arkadaşların durumu ve geleceğe yönelik beklentiler

Son 10 yılda büyük sayıda orijinal makale, kitap, konferans düzenleme gibi bilimsel etkinlikler merkezimizi yeni bir aşama eşiğine getirmiştir. İlk araştırmalarını son 10 yılda BEYİNMER laboratuvarlarında geliştiren bir arkadaşımızın yıllık atıf sayısı 300’e ulaşmıştır. Diğer kelimelerle sadece 10 yıldır araştırma yapan bir arkadaşımızın Türkiye’deki güç şartlara rağmen yılda 300 atıf alması önemli bir gelişmedir.

Bu süre zarfında beyin osilasyonlarının nöropsikiyatrik hastalara uygulanması devam etmiş bu konuda Alzheimer’s, Bipolar duygu durum bozuklukları ve Parkinson gibi bazı hastalıklara biyobelirteç geliştirilmesi için önemli sayılarda yayınlar hazırlanmıştır. Ayrıca merkezimizde bilim felsefesi üzerine önemli bir katkısı olan ve 2011 yılında basılan bir kitaptan sonra René Descartes’in felsefesi üzerine “Miracle of René Descartes “adlı kitap hazırlığı vardır. Bunun dışında geleceğe yönelik araştırmalar özgün iki konuya kilitlenmiştir: 1) 100 senelik BRODMANN[1] haritalarını yeni bir düzeye yönelten ve zenginleştiren CLAIR adlı bir model ve haritalama aşamasına gelinmiştir. Bununla ilgili ve ayrıca 1980’de yayınlanan EEG-Brain Dynamics kitabının 40 yıl sonraki versiyonu olacak EEG-Brain Function adlı kitap iki yıl içinde hazırlanabilecektir.

Bunların dışında grubumuzdan bir arkadaşımızla yürüttüğümüz bellek ve algı üzerine 50 deneme sonucu gerçekleştirdiğimiz bir bellek kavramı ortaya çıkmıştır. Bu kavram Lashley, Donald Hebb, Luria ve Fuster gibi bellek konusunda çok etkin araştırıcıların görüşlerini “Hypermmeory” adlı bir başlık altında ve bir dizi matematiksel yöntemlerle ortaya çıkarmaktadır. Bu konuda bir araştırma dizisinden sonra bir buçuk yıl içinde bir kitap yayını kararlaştırılmıştır.

Bu makalenin içerisinde bahsettiğim yeni bilimsel araştırmaların Türkiye’ye getirisi ne olacaktır?

Sanırım önümüzdeki 10 yılda uluslararası literatürde kognitif süreçlerde şimdiye kadar kazandığımız deneyimin genişlemesi ve yankı getirmesi mümkündür. BEYİNMER’e gelen atıf sayısı katlanarak yıllık 2000’e kadar ulaşabilir. Ancak bu gelişmenin devamı için üniversitelerimizin ve diğer devlet kurumlarının beyin “osilasyonları ve connectivity” kavramlarına sahip çıkarak bu akımın devamını uzun yılar yıllar desteklenmesi gereklidir. İşte o zaman bu beyin ve zihin araştırmaları konusunda birçok yeni araştırıcı ve üniversitelerin katılımıyla bir kolektif bellek oluşabilir, bu yolla bir genel bellek yaygın-yaratıcı belleğe dönüşebilir.

Ben bu makalede bir tek bilim alanından ve BEYINMER den bahsettim, ancak Türkiye’de aynı konumda olan başka merkezlerin de aynı tip atılımları geliştirerek Türkiye’deki kalıcı kolektif bilimsel belleği geliştirmeleri gereklidir. Bu arada Türkiye’deki vakıf üniversitelerine de önemli görevler düşer. Her üniversite kendisine göre bir merkez geliştirirse 100 kadar Mükemmeliyet Merkezi Türkiye’nin bilimsel havasını ve ortak zekâsını daha yüksek düzeylere çıkarabilir. Sadece bu merkezlerin başına tercihen h sayıları 40’ın altında olmayan ve güncel yayın yapan araştırıcılar getirilmelidir.

Türkiye’de bildiğim kadarı ile arkeoloji, kimya, moleküler biyoloji ve kavramsal fizik alanlarında etkin gruplar vardır. Ayrıca çok disiplinli merkezler de açılması öncelikle desteklenmelidir.

Diğer alınacak tedbirler şunlar olabilir:

Türkiye’de bilimsel araştırmaların parasal desteklenmesinde uygulanan Amerika ve Avrupa’dan ithal edilen araştırma ve değerlendirme kalıpları yerine Türkiye’ye yönelik araştırma değerlendirme yöntemleri getirilmelidir. Burada da Avrupa Projeleri’ni yatırılacak miktarların bir kısmı Türkiye’de 15-20 kadar Baş Araştırıcı seçimini uygulamak ve bunları 5 senelik zaman dilimleri için uygulamaya çalışmak gerekmektedir. Baş Araştırıcı[2] seçimleri Google Akademik, Scopus, Web of Science verilerine bakılarak seçilmelidir, panellerde panelistlerin verdiği oylarla değil. Bilimde demokrasi sadece sayılar üzerinedir, kişisel ve emosyonel seçimlerle bir ülkede bilimsel kolektif bilincin yerleşmesi zaman içinde sağlanabilir.

Doktora programları genç öğrencilere yüksek sayıda derslere yönelterek değil öğrencilerin yeteneklerine değer verecek şekilde düzenlenmelidir. Genetik zekâ tabii ki vardır ancak çalışma, genel çapta organizasyon, bilim ve araştırmaya verilecek değer ve Albert Einstein’ın en önemli sözcüğü "merak” toplum zekâsının ilerlemesine yol açabilecektir.

René Descartes ve Blaise Pascal’ın zekâ üzerine tanımları

Bu filozofların ortak yönlerini belirtirsek iki türlü zihin vardır: “Matematik Zihin” ve “İnce Zihin”. İkincisine sezgisel zihin de denilmektedir. Ben değerli meslektaşlarım Aziz Sancar, Doğan Kuban ve başarılı bilim editörü Orhan Bursalı’nın bu konulara verdiği değerlere ve görüşlere katılıyorum. Ancak Türkiye’de matematiksel zihne ek olarak sadece çok çalışma ile yüksek bir bilim düzeyine ulaşmanın imkânı olmadığını düşünüyorum. Var olan zekânın üzerine sezgisel zihin ve felsefe konularına da değer verilerek, bilim tarihine bakılarak ülkenin kolektif bilimsel belleğinin geliştirilmesi gereklidir. Bunun için de yeni konuların Türkiye’de yetenekli bilim insanlarının Türkiye’de geliştirilmesiyle zaman içinde bu duruma erişileceğini düşünüyorum. Bu konumda böyle bir çabayla 50 yılda varılabilir.

Türkiye’den yine de iki Nobel ödülünün çıkması genç bilim insanlarına bir ümit yolu açmaktadır. Genç bilim insanı Ramon y Cajal’ın önerilerine ve öğütlerine dikkat etmelidir.

Orhan Bursalı’nın da gayretiyle Sancar’ın bilimde başarısını sergileyen kitabın dışında Orhan Pamuk da insanlar tarafından anlaşılmıştır. Bu gelişmeler zannedersem Türkiye’de bilim ve sanat alanlarında merak ve yeni bir ümit ortamı oluşturabilir.

Ramon é Cajal’ın genç araştırıcılara ilettiği görüş

Kıymetli meslektaşımız Prof. Aziz Sancar’ın belirttiği gibi zekâ denilen becerinin belli testlerle ölçülmesi imkân dâhilinde değildir, hele IQ yeterli bir ölçü değildir. Görüşüme göre Türkiye’de genç bilim insanının zekâsını artırmak 1900’lü yıllarda nörobilimin babası sayılan Ramon y Cajal’ın yaptığı gibi genç bilim insanlarını yüreklendirmektir. Cajal İspanya’dan daha ileri bilim düzeyindeki bütün eleştirileri göz ardı ederek genç bilim insanına kendi zekâsına ve becerisine güvenmeyi aşılamıştır. Bu konuda çalışma arkadaşım Aysel Düzgün ile bir yazı serisi hazırladık. “Genç Araştırıcıya Düşünsel Tohumlar” adlı dizi bu sütunlarda yayınlanacaktır.

Diğer taraftan Ramon y Cajal’ın araştırmasını yayınlama tarzı gene kısa bir süre sonra İspanya’nın nörobilimlerde önemli bir atak yapması ve arkasından uluslararası üne sahip birçok önemli nörobilim insanının yetişmesine yol açmıştır.

Zannediyorum Türk genç bilim insanının Cajal’ın yazdıklarına kulak vermesi bugünün Türkiye’si için faydalı olabilir. Türkiye’de değişik araştırma alanlarında ilerlemiş baş araştırıcı konumundaki kişilerle yıllar içinde önemli bir bilimsel kolektif bellek oluşabilir.

Kolektif bellek toplumun yükselen zekâsı olur.

Prof. Dr. Erol Başar / İstanbul Kültür Üniversitesi Beyin Dinamiği, Kognisyon ve Karmaşık Sistemler Araştırma Merkezi