"Osmanlı kültür üretiminin, Rönesans’tan sonra, Avrupa ile karşılaştırılması olanaksız geri kalmışlığını bugüne bağlayan cehalet damarı topluma anlatılmalıdır. Bu artık bir politika konusu değildir. Gerçekleşmezse çağdaşlaşma dış merkezli mekanizmaların yönlendirmesine göre şekillenecektir." Doğan Kuban
Toplumun kendi tarihini afyon olarak çekmekten kurtulması gerek. Bu afyon bazı boyutları fazla abartılmış Osmanlı tarihidir. Tarihçiler ve halk biraz düşünse İngiltere, Hollanda, Norveç, İsveç, Belçika, İspanya gibi devletlerin kral hanedanları varlıklarını sürdürüyor.
Devletlerin adları değişmedi. Bizde Osmanlının devleti parçalandı. Osmanlı hanedanı yok oldu. Bir Türk hanedanı olmaktan çoktan uzaklaşmıştı. Osmanlı’nın yadsıyıp dışladığı bir Türk kimliği üzerine, dil egemenliğini temel alan Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Bu devrimsel ve 600 yıllık bir Orta Çağ despotizmini ortadan kaldıran radikal değişmenin imparatorluğun yapısından kaynaklanan nedenleri vardır.
İyi tarihçiler var, ama
Bugün nesnel ve çağdaş bir tarih yazan önemli tarihçilerimiz var. Tümü Osmanlı tarihini kendi özgün yapısı içinde inceliyorlar. Fakat imparatorluk yapısının dine dayalı ideolojisi ve bunun doğası ve devleti sona erdiren etkileri konusunda aydınlatıcı analiz sunmuyorlar. Osmanlı devlet yapısı, ara sıra bozulan bir mekanizma gibi sunuluyor. Oysa imparatorluk birçok bölgede, örneğin Kuzey Afrika’da kontrolü sınırlı ve giderek ayrışan, kozmopolit ve entegre olmamış öğelerden oluşuyordu.
Sultanlar işlemeyen mekanizmanın yerine yenisini getirmeye ancak 19 yüzyılda başladılar. Fakat giderek kırpılan devletin toplumsal performansının öğretim, ticaret, bilim, teknoloji, üretim, edebiyat, felsefe, sanat alanlarında Avrupa’daki 500 yıllık gelişme ile karşılaştırılmasına pek yanaşmıyorlar. Narsist ve nazlı bir tarih yazarlığı.
Bilimde ve teknolojide geri kaldığımızı biliyoruz. Bu geri kalmalarla öğretim arasındaki ilişkileri ve toplumu geri bırakan nedenleri kimse incelemeye yanaşmıyor. Vakıf sistemini, ikta sistemini, bir yeniçeri sistemini ve başka kurumları didik didik eden nice çalışma yanında, hemen her alanda topallayan sistemin dinsel yapısı ve ona bağlı eğitim ve kısıtlamalar birer tabu. Başarıların yakından başarısızlıkların uzaktan gözlendiği sisli bir tarih yazınımız var.
Beethoven yok. Bach yok. Koro yok. Orkestra da yok.
Aslında bu bir bakar körlüktür. Bu Osmanlı döneminde bir yöntemdi. Cumhuriyet döneminde, ulus tanımında, geçmiş varlığımızı inkâr etmemek de kuşkusuz önemli bir nedendir. Fakat geri kalmanın temel nedeninin dinsel yasakların olduğunu göz ardı etme, çağdaş uygarlığın tarih anlayışı ile çelişmektedir.
Abbasi halifeleri döneminde yasak olmayan ve İslam’a bir Rönesans bileşeni niteliği kazandıran temel konular var. Felsefe ve bilim, matematik, anatomi bunların başında geliyor. Fakat Batının Müslümanları cahil ya da barbar olarak görmesine neden olan başka yaratma alanları da önemli karşılaştırma konularıdır.
Geçenlerde Tchaikovski’nin Kuğu Gölü bale süitini, Rudolf Nureyev’in koreografisini yaptığı ve Margot Fontain’le oynadığı bir gösteride seyrettim. Osmanlı’da, İslam’da olduğu gibi, musiki gelişmedi. Dans, opera, tiyatroda olmadı.
Bu yokluklar, kendileriyle birlikte hangi yokluklara neden oldular? Bizde Beethoven de yok. Bach da yok. Koro da yok. Orkestrada yok. Konser salonu da yok. Olanlar Cumhuriyet dönemine ait. Osmanlı'nın son döneminde bir Hristiyan kolonisi niteliğinde olan Pera’da Müslüman olmayan vatandaşların açtığı bir iki tiyatro vardı. Saray tiyatrosu ise yurttaşlık statüsünde zaten değil. Gerçi şarkı ve oyun bütün halkların tarihinde vardır. Bizim de içimizi ısıtan bir halk geleneğimiz var.
Fakat bugün Türk toplumunun küçük bir grubu Batı klasik musikisi, opera, tiyatro, şan bağlamında bilgi ve ilgi sahibidir. Türkiye’de bu etkinlik yeterince biliniyor. Ne var ki halkın çoğunluğu için (yok) olmağa devam ediyor.
Osmanlı tarihi ile sorunumuz yok’lardır
Bu yokluğun Osmanlı kültüründeki tahribatını görmek için, musikisiz olmayan bir çağdaş asker için Mızıka-i Hümayun’un başına Donizetti Paşa’yı getirdiğimizi unutmamalıyız. Bu olgu Osmanlı toplum yaşamına egemen olan taklit ve ithal sisteminin küçük bir örneğidir. İthalin yeni aşaması çevrenizdeki konserler, düğünler, video, CD satışları, lokantalardan, kahvelerden ve geçen arabalardan dinlediğiniz musikidir.
Bunlar musikinin şeytan işi olduğunu anlatan üniversite profesörleri ile birlikte yaşıyorlar. Bu çelişkiler topluma pahalıya mal olan saptırmalardır. Gerçi bu evrensel sürece engel olmak olası değil. Fakat Türk toplumu nasıl etkileniyor? Eğer geçmişimizdeki yok’ları, Osmanlı tarih yorumundan çıkarırsak, bugünü anlamak da olası değildir.
Akademi neden üniversite olsun?
Sisli tarih deyimiyle bir kültürel ihmali tanımlamağa çalıştım.
Yok’ların toplamı Türkiye’nin bugünkü cehaletine aşağı yukarı eşittir. Örneğin Osmanlı’nın resim tarihi 19 yüzyılda askerlerle başlıyor. 19. yüzyıl sonunda bir Güzel Sanatlar Akademisi açıyoruz. Sonra nedense ressamlar, heykeltraşlar sanatçı olmaktansa profesör olmayı yeğliyorlar. Dünyada Güzel Sanatlar Akademisine üniversite adı veren uygar bir ülke anımsamıyorum. Çünkü gelişmiş ülkelerde sanat kültür ve uygarlığın direğidir.
Bugün bir Türk “Leonardo, Michelangelo, Tiziano, Rembrand, Renoir, Matisse yoksa ne olmuş?” dese ona ne gözle bakarsınız? Resim de şeytan işiymiş! Bunun Kuran’da yeri yok. Hadis’in sahih olduğu belli değil. Ve bugün resim her dakika karşımızda. Ama söylemde hala şeytan işi.
Resim yokluğunun bedeli
Resim yokluğunun Osmanlı toplumuna neye mal olduğunu anımsamakta yarar var: Tarihin en olumlu belgesi olan resimler bizde yok. Resim olmayınca gözlem de yok. Doğa gözlemi de yok. O zaman bilim de yok. İstanbul’un haritası bile yok. Osmanlıda bilim, matematik ve felsefe yokluğunun İslam’la ilgisi yoktur. Bunun kanıtı da Abbasi Rönesansı’dır.
Bu çelişkiler Osmanlı tarihinde çok. Fatih, Gentile Bellini’ye portresini yaptırmıştı. Öldüğünde günahının cezasını nasıl ödediğini bilmiyoruz. Bertrand Russell’in dediği gibi, 18 den sonra Batıyı taklit etmeye başlayan bir genç kültür olarak, Osmanlı Batıda olan duyarlılıkları algılamıyor.
Tarihçilerimiz de geri kalmışlığın anatomisini Batıyla kronolojik paralellikler içinde ortaya koymakta nazlanıyorlar. Resim heykel yapılmadı. Bunun bedeli ödenemiyor. Akademi ve üniversite açmayınca bilimde hiç bir varlık gösteremediler. Dünya edebiyatında adları yok. Felsefe zaten yasak. Teknoloji bu güne kadar ithal. Mimari 16 yüzyıl Sinan camilerinde hapis. Rokoko, Barok, Art Nouveau’ya gönderme yapmışız. 19. yüzyılda bir kaç tane sarayımız var. Ama planlamayı beceremedik. Yeşilden nefret ettik. Fakat otomobil ve gökdelen ithal ederek dünya kenti İstanbul’u Lagos’a benzetmeyi başardık.
Bu cehalet damarını anlatmalıyız
Osmanlı kültür üretiminin, Rönesans’tan sonra, Avrupa ile karşılaştırılması olanaksız geri kalmışlığını bugüne bağlayan cehalet damarı topluma anlatılmalıdır. Bu artık bir politika konusu değildir. Gerçekleşmezse çağdaşlaşma dış merkezli mekanizmaların yönlendirmesine göre şekillenecektir. Güncel politika, bu boşluğun yanında anlamsız ve önemsiz bir dedikodu olmaktan öteye geçmiyor. Gelecekleri petrol fiyatına bağlı Arap şeyhlerinin konumuna Türkiye düşmemeli!
Doğru iradeli (iyi niyetli) insanların (Fransızların ‘Les hommes de bonnes volontés’ deyiminden aktarma) sağduyularına sunulur.