Türk halkı-Rönesans-Cehalet

Doğan Kuban
Türk halkı-Rönesans-Cehalet

Sevgili Okurlar, Rönesans sanatını resim ya da heykel olarak görmemiş, Tanrıyı bir insan olarak algılamayı aklından hiç geçirmemiş ve bunu bir küfür olarak algılayan insanlar, Michelangelo’nun San Pietro kilisesindeki ‘Pieta’ heykeli, ya da Vatikan’da Sistina Şapeli freskolarını ilk kez gördüklerinde bu yapıtların arkasındaki hümanist düşünceleri ve uygarlık birikimini Avrupalılar gibi algılayamazlar.

Bir İstanbullu işçinin Botticelli’nin tablolarına nasıl bakacağını hayal edemezsiniz. Bu, eskiden de böyleydi, bugünde aynı. Fakat uygarlığına istesek de istemesek de katıldığımız Avrupa’nın, Rönesans ve sonrası dönemde (15. -19. yüzyıllar arası) ürettiği düşünce ve sanat yapıtları ile Osmanlı -İslam kültürünün eşzamanlı kültürel üretimini karşılaştırırsak, aralarındaki içerik farkının, Türkiye’de bugünkü kültürün doğasını incelemiş oluruz..

Sanatı dışlayan, felsefeyi reddeden, bilim ve matematiğe önem vermediği için, dört işlemden ötesini programına almayan, dini içeriği olmayan her bilgiyi dışarı atarak İmparatorluğun kültür yaşamını körleştiren medrese eğitimi ile, Avrupa’da bilimsel, sanatsal, çevresel ve felsefi gelişme içerikli bilgilerinin hepsi dışlanmış oldu. Bu kültür Avrupa’ya gelecek yollarını açan kültürdü; Osmanlı da hepsinin dışlamasının sonuçları ağır oldu.


İmparatorluğun sınırlarında olduğu gibi sonunda da Avrupa’nın düşmanı olarak, ilim, teknoloji, felsefe ve sanatı ile Avrupa’nın dışında kalan Osmanlı, barbar ve hasta adam olarak görüldü ve devlet gelişmemiş bir ülke olarak yıkıldı.

Uluslararası bilimsel, sanatsal ve düşünsel sahnede herhangi bir alanda Osmanlı adı geçmez (Mimar Sinan tek örnektir.) Birinci Dünya Savaşı’nda İmparatorluğun sahneden silinmesinin önemli edeni kentleşememiş köylülükse; İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, İslam dünyasını kendi programına adapte etmeye yönelen ABD’nin de burada en önemli dayanağı veya kaynağı, yine Osmanlıdan miras kalan kentleşememiş köylü kitlesi idi.

Avrupa’daki büyük sosyal değişim

Rönesans’ta ortaçağdan çok farklı bir yaşam kalitesi söz konusu değildi. Kilisenin gücü ve kiliseye bağlılık azalmamıştı. Fakat J. Burchardt’ın çok güzel anlattığı gibi, politik ortam kanlı savaşlar ve cinayetlerle dolu olmasına rağmen, toplumda sanatsal üretimin şaşırtıcı yoğunluğu ve Rönesans düşüncesini ve sanatını izleyen dönem, Avrupa toplumları tarafından benimsenmişti. Bu faktör, Avrupayı aynı uygarlık anlayışı çevresinde birleştiren en önemli bir etken olmuştur. Buna paralel olarak hümanizma kavramının Avrupa’da yayılması ve kişi özgürlüğünün toplumda kazandığı yeni evrensel statü, sosyal değişme ile sanatsal gelişmeyi eş zamanlı yapmıştır.

Kilisenin gücüne karşı insan da evrenin merkezine oturmuştur. İnsana neredeyse ilahi güçler verilmiştir. Michelangelo’nun David’i, Luca della Robbia’nın Putti’leri böyle bir imge yaratırlar. Kilise sanatın bu gücünü kullanarak insanlar üzerindeki etkisini korumuştur.

Günümüz toplumu, sanata, Rönesans’taki önemi vermiyor. Teknolojinin insana sunduğu dünya, kendine özgü, sanatsal niteliği ticareti attırmayı hedefleyen, koyu materyalist bir dünyadır. Her yeni üslupta estetik kurallar var. Fakat müşteri yaratma ve insanı köleleştirme gibi amaçları olduğunu da yadsıyamayız.

Rönesans sanatçısı insanı güzelleştiren ve yücelten yapıtlar yaratıyordu. 1500’den sonra bugünün dünyası Rönesans temeli üzerinde şekillenmiştir.

Rönesans antikiteyi kendi varlığına katarak insanı evrenin merkezine koyan bir dünya görüşü tanımlar. Özgür insan kavramını tarihe hediye etmiştir. Bunun oturduğu düşünsel temel antikiteye açılmıştır.

Her olguyu Avrupa ölçütlerine göre yorumlamak olanaksızdır. Fakat eğitimin tümüyle Batı’nın tarih, felsefe, bilim yöntemi ile tarihi öğe öyle öğretilmişti. Avrupa tarih geleneğinin belli başlı düşünceleriyle yoğrulmuş bir dünya görüşü ile yetiştik. Cumhuriyet ressam ve heykeltıraşının öğretimi ve yetişmesi Avrupa kökenliydi.

Çözümsüz bir durum var

Rönesans’ı dışlamamızın sonucu, Avrupa’nın kültürel açıdan Osmanlıyı dışlamasıyla sonuçlanmıştır. Bu tarih perspektifine dayalı olarak, uluslararası komploların, politik ve ekonomik, karmaşık, yönlendirici ve tehdit edici etkilerinin ülkeye neye mal olduğunu bugün tarih ve eğitimde görüyoruz. Türkiye’nin içinde bulunduğu ve bütün İslam’ı da etkileyen bu durum şu anda çözümsüz görünüyor.

Avrupa’da Rönesans’tan sonraki uzun kültürel gelişme, Osmanlı medresesinin kulağını tıkadığı evrensel entelektüel aydınlanma sürecidir. Bu davranış sonucu bu olanağa İslam tümüyle sırtını dönerek şimdiki konumuna gelmiştir. Bu değerlendirme, Rönesans’a ve Avrupa aydınlanmasına katılmayan Osmanlı kültürü bağlamında, özellikle vurgulamak istediğim görsel sanatlar, müzikte Osmanlı kültürünün boşluğunu anlatmaktadır.

Kronolojik olmayan bu sunu, sanat ve teknolojinin Osmanlı toplumundaki büyük bir boşluğun, ülkenin gelişmesi ve çağdaşlaşmasına engel olan kalıplaşmış düşüncelerin ortadan kaldırılmasını gerektiriyor.

Rönesans kıvılcımı

Sevgili okuyucular,

Rönesans uygarlık tarihinde düşünsel ve duygusal bir kıvılcımdır. O kıvılcımdan başlayan yangın, sınırlı bir coğrafyada, 15. yüzyılda İtalyan aristokratları, kralları ve zengin aileleri, tüccarları için anıtsal yapıya dönüştü. Bu, politik gücün büyük ifadesi idi.

Rönesans’ta bu bağlamda kilise ve saray birbirleriyle boy ölçüşürler. Osmanlılar dini yapı komplekslerine kent içinde önem vermişler, fakat sarayı gözden saklamışlardır. Palazzo Pıtti, Palazzo Rucellai ya da Milano da Sforza şatosu gibi yapılar İstanbul’da söz konusu değildir. Sultan sarayı surlar içinde ve gizlidir. Bu gelişmemiş bir mekan kavramı ile açıklanabilir.

Rönesans eşi olmayan bir kültürel gelişmeye yol açmıştı. Rönesans dünyası 15. inci yüzyıldan başlayarak Avrupa’da tarihin görsel yazımıdır. Avrupa tarihini kitaplardan çok resim ve heykeller, yapılarla anımsıyor ve tanıyoruz. Heykelin daha sınırlı ve simgesel niteliğine karşın, resim Rönesans yaşamının gerçek aynasıdır. Bir Condottieri’yi kitaplardaki otobiyografisi ve savaşlarının hikâyesinden çok, resmi ya da Gattamelata’nın heykeli gibi bir heykeli ile tanırız. Kendimizi Rönesans döneminde hayal edebiliriz.

Floransa kentini Floransa’nın ilk perspektifleri ile, rönesans kadınını Leonardo’nun portreleri ile, İsile Meryem’i Michelangelo’nun San Pietro kilisesindeki Pieta’sı ile, dönemin dini heyecanını Sistina Şapelinde Michelangelo’nun freskolarıyla, başka bir deyişle, bir tarihi çağını, yaşamla örtüşmüş sanatla anımsarız.

Bu sanat ağırlıklı tarihi çağların en büyük yaşayan imgesi Floransa’dır. Böyle bir tanımlama bir sanat tarihçisinin abartması olarak görülse bile, Rönesans sanatı o dönem yaşamını daha derinden anlamamızı sağlayan sihirli bir dildir.

Bu büyük sanat heyecanının arkasında toplumu birleştiren, Yunan ve Roma anılarına açılan hümanizma akımı, harekete getirdiği toplumsal heyecanı, özgür bir insan ve insana hak tanıyan bir devlet vizyonu ile tamamlayarak, bugüne kadar tartışılan bir entelektüel sorunsalı genelleştirmiştir. İnsan özgürlüğü konusu hâlâ çözümlenemediğine göre Rönesans düşüncesi insan yaşamında önemli bir çığır açmıştır. Fakat tamamlanmamıştır. Osmanlı zaten dışardaydı.

Ya tümel felsefe, bilim, sanat ve teknoloji, ya da kölelik.

Doğan Kuban

Doğan Kuban'ın anısına saygıyla. Bu yazı HBT'nin 144. sayısında yayınlanmıştır.

Doğan Kuban