Türkiye’de doğurganlık azalıyor mu, yoksa durağanlaştı mı?

Öne Çıkanlar Sağlık Toplum
Türkiye’de doğurganlık azalıyor mu, yoksa durağanlaştı mı?

TÜİK'e göre doğurganlık hızı düşüyor: 1.88. Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsü’ne göre ise doğurganlık durağanlaştı: 2.3 Hangisi doğru?

Farklı coğrafyalarda değişik zamanlarda ülkelerin doğurganlık düzeyi, olguyu yansız biçimde ölçen toplam doğurganlık hızı (TDH) ile karşılaştırılıyor. Kuramsal bir kavram olan TDH, bir kadının doğurganlık yaşamı sonunda doğurmuş olacağı ortalama çocuk sayısını gösteriyor.

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Merkezi Nüfus İdaresi Sistemi (MERNİS) verilerine dayanarak, ülkemizin 2001 yılında 2.38 olan TDH’nın 2019 yılında 1.88’e düştüğünü açıkladı.


Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsü (HNEE), Türkiye evreninden seçtiği örneklemle yaptığı araştırmaya göre, 2003’de 2.2 olan TDH’nın, 2018 yılında 2.3’e ulaştığını, doğurganlığın durağanlaşma eğilimine girdiğini ileri sürdü.

Başlangıç noktası olarak kabul edebileceğimiz 2001-2003 döneminde iki kurumun tahmin ettiği, TDH arasındaki fark yaptığımız istatistiki testte anlamsız çıkmıştı. Ne var ki iki kurumun 2018-2019 yıllarına ilişkin TDH’nın değerleri arasındaki fark 0.4’ye ulaşmış, ve yaptığımız istatistiki teste göre aradaki fark anlamlı bulundu.

Doğurganlık örüntüsü iki kurumun verisine göre birinde azalmayı, diğerinde durağanlaşmayı gösteriyor. Bu fark gerçek mi yoksa bir ölçme hatası mı? Ülkemizin yarınlardaki büyüme değişkenlerinde hangi veriyi temel kabul edeceğimiz konusunda önemli. Örneğin başta sağlık ve eğitim olmak üzere değişik yatırımlar için hangi TDH’nı kabul edeceğiz?

TDH’nın Değişimi: Ülkemizde doğum ölüm hızının 1923-1983 dönemindeki değişimi “modernleşme” ile bütünleşen Cumhuriyet projesi bağlamında açıklandı. Şekilde görüldüğü gibi ilk olarak ölüm hızı azalmış, bunu doğum hızının azalması izlemişti. İkinci ve üçüncü dönemde gerçekleşen dönüşüm, çevre ülkelerde olduğu gibi, kısa zamanda ülkemiz nüfusunun artışına neden olmuştu.

TDH’nın azalmasını, doğurgan kuşağa eğitimli giren kadınlarımız sağladı. Çok çocukluluktan az çocukluluğa geçişte, açıklayıcı değişkenler (geçim zorluğu, toprak yetersizliği, işsizlik, kentlileşme v.b.) de etkili oldu. Az sayıda nitelikli çocuğa sahip olan kadınlarımız, çocuklarına kaynak aktarmaya başladılar. Bunda başarılı da oldular. Bu süreci değerlendiren nüfus ve modernleşme kuramları, artık doğum hızının durağanlaşacağını, daha sonra azalacağını görüşünü ileri sürmüşlerdi.

Nüfussal dönüşümün evreleri

Ülkemizde 2000’li yıllardaki uygulama: Ülkemizde 2000’li yılların az öncesinde ve hemen başında gerçekleşen düşük hızlı doğum-ölüm ile birlikte (4. dönem sonu) TDH’nın bir nüfusun kendisini yenileyebileceği (TDH= 2.16) düzeye gelmişti. Böylece Türkiye’nin hem sosyo-ekonomik gelişmişliği hem de nüfussal dönüşümü öteki Müslüman ülkelerden farklılaşmıştı.

1994 yılında Kahire’de yapılan Uluslararası Nüfus ve Kalkınma Konferansı’nda ideolojik bağlamda küresel anlayışın ileri sürdüğü yaşam kalitesi merkeze alındı. Geleneksel aile planlaması yaklaşımı terk edildi. Politik hassasiyetleri asgari düzeye indiren sağlıklı üreme hakkı kavramı benimsendi.

Küresel ideolojinin görüşleri, siyaseten toplumumuzda hemen egemen konuma getirildi. Özellikle 2000’li yıllarda sosyal devletin temel görevleri etkinlik bağlamında önceki yıllara göre birden farklılaştırıldı. Temel kamu hizmetleri, özel kesimin kâr güdüsü altında piyasalaşmaya açıldı. Yeni nüfus politikasının uygulamaları başta sağlık ve sosyal güvenlik olmak üzere eğitim örgütlenmesinin yeni kurgusunda görüldü. Eğitimin ideolojisi farklı yöne çevrildi, özellikle kadın nüfus bağlamında eğitimden erken terkler başladı.

Çocuk sayısına karışılmayacaktı: 1994’de yapılan Kahire Konferansı bildirisini ülkemiz de imzalamıştı. Bildiri de “kamunun ailelerin sahip olacağı çocuk sayısına karışmayacağını” ilkesi benimsenmişti. İmzalanan ilke, ülkemizde 2000’li yıllarda siyaseten boşlandı. Lider tarafından doğurganlığın özendirilmesi, sosyo-kültürel değişimi farklı kılacak, nüfussal dönüşümü öteleyecek biçimde her gün dinsel söylemlerle tekrarlandı.

Demokratik yaşamda dinî kavramların ve dinsel söylemin nüfus siyasetiyle birleştirildiğinde, toplumun büyük bir açmazla baş başa kalabileceği bilim insanlarınca öngörülmüştü. İnsanın değerini ve erdemini gözeten çok kültürlülüğün yerine, kültürcülüğün geçirilmesinin önemli bir engel olduğu belirtilmişti. Tarih, özgürlüğü öteleyen, dinsel kültürle yetişenlerin, çağdaş atılım konusunda başarılı olmadıklarını göstermişti.

20 yıl önceki varsayımlar: 2000’li yılların başında farklı kurumların yaptığı nüfus projeksiyon çalışmalarına göre nüfusun ulaşacağı büyüklük tahminlerinde yıl temelinde bir tutarlılık görülüyordu. Yapılan çalışmalar, TDH’nın 2.1’in altına düşeceğini; fakat nüfus artış hızının sona ereceği yıllara kadar nüfusun sayısal büyüklüğünün artacağını varsayıyordu. Çalışmalar, nüfusumuzun 2038-2043 döneminde 93-98 milyona ulaşacağını, belirtilen tarihlerde durağan bir yapıya kavuşacağını, bundan sonra, doğumların azalacağını, artacak ölüm hızlarından ötürü nüfusun azalabileceğini ortaya koyuyordu.

Günümüzde ülkemizin iki değerli kurumunun tahmin ettiği TDH’da nedenini bilmediğimiz anlamlı bir fark oluştuğu görülüyor. Yarınlar için nüfusun hem kendi dinamikleri arasındaki hem de nüfus-doğa ilişkisinin tek yönlü olmayan hassas dengesini bu farklı verilerle nasıl kurgulayacağız?

Doğadaki kaynakların sonsuz olmadığını kabul ederek, akıl ve bilim öncülüğünde yeni bir doğa-nüfus dengesini kurmamız gerekiyor. Bu yeni dengenin belirleyicilerinden birinin ülkemizin yeniden orta doğurganlık düzeyine dönüşünün olmayacağını her iki veri seti gösteriyor. Kanımca, iki veri setinin nüfussal dönüşüm kuramı çerçevesinde ileri analizinin yapılması, siyasi otoriteye doğru karar alabileceği yeni bir TDH veri setinin sunulması gerekiyor.

Lidere özgü bir istek olan doğurganlığın artırılmasının, gelecekte hem aileleri darda bırakabileceği hem de toplumun bu süreç boyunca kaynaklarının boş yere harcanmış olabileceği oluşturulacak TDH verileriyle açıklanabilir.

Mümtaz Peker / [email protected]