Bilim anlayışı çağlar boyunca nasıl değişti?

Öne Çıkanlar Toplum
Bilim anlayışı çağlar boyunca nasıl değişti?

İngilizcesi “science” olan ve “bilim” olarak Türkçeleştirdiğimiz sözcük, Latince “scientia” sözcüğünden gelir. “Science” ya da “scientia”nın anlamı evrim geçirmiştir. 18. yüzyıl gibi yakın zamanlarda bile bu sözcük bugünkü anlamında kullanılmıyordu. O zamanlara kadar “science” sözcüğü (ve bu sözcüğün diğer dillerdeki karşılıkları), “ispata dayanan kesin bilgi arayan disiplin” demekti ve bu disiplinin kesin ve zorunlu doğru (yani doğruluğu kaçınılmaz) bilgi verdiği düşünülüyordu.

Bu bilginin gözlemden ziyade bir tür sezgiden türetilebileceğine inanılıyordu- matematik ve geometri bilgisi gibi. Bugünkü empirik bilime benzer uğraşılara ise o zamanlar “bilim” değil “doğa felsefesi” adı veriliyordu. Örneğin 17. yüzyılın sonlarında Newton, yaptığı şeyin doğa felsefesi olduğunu düşünüyordu ve ünlü kitabını Doğa Felsefesinin Matematiksel Prensipleri olarak isimlendirmişti. Kısacası, eskiden “doğa felsefesi” denen şeye biz bugün “bilim” diyoruz.

“Taş yere düşer, çünkü..”


Antik Çağ Yunanistanında Aristo’dan kaynaklanan ve ortaçağ boyunca Avrupa ve İslam âleminde egemen olan ve hatta 17. yüzyıla kadar süregelen bir bilim yapma anlayışı vardı. Dünya ile ilgili birtakım sorulara Aristo cevaplar üretmişti. Örneğin: Bırakılan taş niye yere düşer? Ateş, suyu niye buharlaştırır? Gezegenleri ve yıldızları dünya etrafında döndüren nedir? Ekilen tohum niye ve nasıl ağaç olur? Aristo doğayla ilgili bu gibi soruları cavaplandırırken,

(1) “form” ve “madde” ikiliği
(2) elementlerin (ateş, hava, su, toprak) doğal olarak ait oldukları yerler
(3) Tanrı’ya öykünme gibi kavram ve ilkeleri kullanıyordu.

Örneğin bir tohum, ağaç “formunun” cezbedici gücü sayesinde değişim içine giriyor ve sonunda ağaç haline geliyordu. Gezegenler ve yıldızlar en mükemmel varlık (yani hiç madde içermeyen, saf form/düşünce) olan Tanrı’ya öykündüklerinden mükemmel bir geometrik şekil olan dairesel yörüngeler etrafında dünya çevresinde dönüyorlardı. Bırakılan bir taş yere düşüyordu, çünkü onun “doğal yeri” ve dolayısıyla hep ulaşmak istediği yer evrenin merkeziydi ve bu da dünyanın merkezi demekti.

Aristo’nun sistemi kendi zamanı için dahiyane idi, olağanüstü ayrıntılıydı ve gözleme yer veriyordu. İnsan, zihni ya da ruhundaki özel bir sezgi yetisiyle, gözlemlerinden yola çıkarak zorunlu ve kesin doğru bilgilere ulaşabilirdi Aristo’ya göre. Bu bilgileri aksiyom, yani sorgulanması gerekmeyecek kadar doğruluğu açık temel prensipler olarak kullanarak, dedüksiyon yoluyla doğadaki fenomenlerin öyle olmaları gerektiğini çıkarsamaya çalışırız Aristo’nun bilim yönteminde.

Aksiyomlarımız zorunlu doğru, yani yanlış olması hiçbir şekilde mümkün olmayan önermeler oldukları için, bir fenomeni (örneğin bırakılan bir taşın düşeceğini) ifade eden önermeyi o aksiyomlardan dedüksiyonla çıkarsadığımızda, o fenomenin zorunlu olarak meydana gelmesi gerektiği bilgisini elde ederiz. Örneğin bırakılan taşın özsel tabiatı gereğince dünyanın merkezine ulaşmaya çalışması, yani zorunlu olarak düşmesi gerektiği bilgisini ediniriz.

Aristo’ya göre doğa hakkındaki bilgilere ulaşma sürecimiz, yine aksiyomatik bir yapı olan geometrideki teoremlere dedüksiyonla ulaşma sürecine benziyordu. Geometride de aksiyomların zorunlu doğruluğunu sezgimizle onaylıyorduk. Teoremler de bu zorunlu doğru aksiyomlardan dedüktif mantık yoluyla çıkarımlandığı için, teoremlerin de zorunlu doğru olduklarına emin olabiliyorduk.

Francis Bacon kuralları değiştiriyor

16. ve 17. yüzyıllara yayılan Bilimsel Devrim döneminde bilim yapma yöntemleri yeniden belirlendi. Olguları salt akıl veya sezgi yoluyla açıklamaya çalışmak yerine, gözlemin ve kontrollü deneyin önemi vurgulandı. Bu vurguda endüktif metodun önemine değinen ve hipotez kurmanın kurallarını formüle eden Francis Bacon öncü oldu.

Kopernik’in güneş-merkezli astronomisi, Batlamyus’un -Aristo’nun da benimsediği- dünya- merkezli sistemini yıkarken, Galileo, teleskopuyla yaptığı gözlemler sayesinde Aristo kozmolojisinin temellerini sarstı. Kendi bilim yapma yönteminde matematiğe başvurmayan Aristo’ya karşılık, özellikle Kepler ve Galileo empirik bilimde matematiğin kullanılması alışkanlığını başlattılar ve bu alışkanlık günümüze kadar geldi.

Fizikte olsun kozmolojide olsun, Aristo’dan beri kullanılan kavramlar ve ilkeler yerine, Descartes’ın da büyük katkısıyla, mekanistik kavramlar ve ilkeler kullanılmaya başlandı. Doğa biliminin zorunlu ya da mutlak doğrular peşinde değil, doğruluğu sadece olası olan hipotezler peşinde koşabileceği anlayışı yerleşti. 18. yüzyılda İngiltere’de ortaya çıkarak bütün Avrupa’ya yayılan Endüstri Devrimi ise bilimin insan hayatını teknoloji aracılığıyla köklü bir şekilde değiştirmesini başlattı.

Bilimin, teknolojinin ve felsefenin geleceği nasıl görünüyor?

Bilimin gelecekte nerelere kadar ilerleyeceğini, daha ne gibi önemli bilimsel teorilerin ortaya atılacağını söylemek falcılıktan öteye gitmez. Bilim tarihine bakarak bilimin geleceğini kestirmek son derece güçtür. İnsanlık tarihinin çeşitli dönemlerinde bazı kimseler bilimin ilerleyebileceği kadar ilerlediğini, artık başka önemli ilerlemeler kaydetmesinin düşünülemeyeceğini ilan ettiler. Örneğin bazıları Newton mekaniğinden sonra fizikte artık önemli bir teorinin gelemeyeceğini, ya da telefonun veya fonografın icadından sonra artık icat edilecek önemli bir şey kalmadığını sandılar.

Bazı felsefeciler de felsefe için benzer kehanetlerde bulundular. Örneğin 19. yüzyılda Hegel kendi felsefesinin, felsefenin ulaşabileceği en son nokta olduğunu zannetmişti. Onların bu düşünceleri bugün bizi gülümsetiyor. Bu kimselerin düştüğü hataya düşerek bilimin, teknolojinin ve felsefenin sonunun geldiğini ilan etmek gibi bir gaf yapmak istemeyiz.

Gelecek, pek çok önemli bilimsel buluş ve teknolojik ilerlemeye gebe görünüyor. Genetik mühendisliği, nanoteknoloji, bilgisayar bilimi ve teknolojisi, uzay araştırmaları şimdiden ilerisi için büyük gelişmeler vadediyor.

İnsanlığın evrenin uzak köşelerini tanıması, dünya-dışı yaşam ve zekâ biçimleriyle tanışması, onları incelemesi pek çok bilimsel ilerlemeye yol açacak gelişmeler olurdu. Benzer bir dönem, yerküreyi tanımamıza yol açan, 18. ve 19. yüzyıllardaki büyük coğrafi keşifler sırasında yaşanmıştı. Evrenin coğrafyasını (ya da “kozmoğrafyasını”) evrenin çeşitli köşelerine giderek öğrenmek elbette çok daha güç bir iş.

Bu konuda önümüzde dağ gibi iki engel var. Birincisi, ışık hızının evrensel hız limiti olması, yani evren boyutlarıyla karşılaştırıldığında çok küçük olan ışık hızının aşılmasının Einstein’ın özel relativite teorisi gereğince mümkün olmaması; ikincisi ise, uzak galaksilere bizi taşımak için gerekli muazzam enerjiye sahip uzay gemilerinin şimdilik hayal gibi görünmesi.

Yeni bir bilim ve teknoloji patlaması

Bence varlık âlemini keşif ve onun en derin çalışma prensiplerini anlama konusunda büyük bir patlama, geçmişteki örneklerini çok sönük bırakacak düzeyde bir “bilim ve teknoloji patlaması” ihtimali öncelikle bilgisayar teknolojisi ve yapay zekâ çalışmalarında yatıyor. İnsanların kendilerinden daha zeki, daha yaratıcı, daha çözümleyici makinalar/bilgisayarlar/ robotlar yaptıklarını hayal edelim. Bu makinalar bizden daha iyi bilim insanları— daha doğrusu “bilim robotları”— olacaklardır. Daha kapsamlı veri işleme, bu verilere dayalı daha zekice düşünülmüş hipotezlere ulaşma ve onları daha akıllı yöntemlerle test etme kapasiteleriyle bu robotların, bizim gerçekleştirebildiklerimizden çok daha göz kamaştırıcı bilimsel ilerlemelere, devrimlere imza atmaları beklenebilir.

Öyle ki, bugün insanın zekâsı ve bilim ve teknoloji yaratma kapasitesi bir tırtılınki yanında ne kadar muazzam görünüyorsa, o robotlarla karşılaştırıldığında bizim zekâ düzeyimiz ve bilim üretme kapasitemiz o nispette ilkel ve zavallı görünebilecektir. (Bazılarının insanların yapacakları makina ve robotların asla insanlar gibi yaratıcı düşünce sahibi olamayacakları şeklindeki iddiaları, bana, insanın evrende çok özel bir yeri olduğu inancına hâlâ tutunmak isteyen antroposentrik eğilimlilerin bir batıl inancı gibi görünüyor.)

Süper bilimler - teknolojiler ve felsefeler

Üstelik bizim inşa ettiğimiz, bizden daha akıllı ve yaratıcı bu makinalar da, kendilerinden daha zeki ve yaratıcı makinalar inşa etmeye koyulabilirler. Ve bu böyle zincirleme olarak giderse, sonunda belki de evrendeki malzemeyle yapılabilmesi mümkün en akıllı ve zeki varlıklar ortaya çıkar ve bizler ancak onların “ilkel, basit beyinli ataları” olarak evren tarihine geçeriz.

Maksimum düzeyde zeki makinalar yaratma projesi bizi beklemek zorunda değil elbette. Evrenin başka köşelerinde dünya-dışı bazı uygarlıklar tarafından çoktan uygulamaya konulmuş ve şu anda çok ileri safhalara ulaşmış olabilir pekâlâ.

Bilimin ve teknolojinin —ve belki de bizim tamamen yabancısı olduğumuz başka bilgi ve düşünce türlerinin— ulaşabileceği en tepe nokta, böyle süper-akıllı makinaların çabalarıyla ortaya çıkacak süper-bilimler, süper-teknolojiler ve süper-felsefeler olsa gerektir. Böyle en uç bilim ve teknolojiler ortaya çıktığında insan nesli hâlâ yok olmamışsa eğer, o insan neslinin bu en uç bilim, teknoloji ve felsefe yaratılarını anlayabilmesi, bir tırtılın string teorisini ya da Kant’ın transendental idealizmini anlayabilmesi kadar güç olabilir…

Erdinç Sayan / [email protected]

Bu yazı HBT'nin 70. sayısında yayınlanmıştır.