Simya, laboratuvar bilimlerine katkı yaptı mı? Peki, en büyük Magus kim? – 1

Öne Çıkanlar Sağlık Toplum
Simya, laboratuvar bilimlerine katkı yaptı mı? Peki, en büyük Magus kim? – 1

Bugünkü yazımda simya ve magus konularına, farklı bir pencere açmak istiyorum.

Çoğu bilim insanı, simyayı saçma bulur. Halbuki nükleer fizikçi Ernest Rutherford, Cambridge’de 1936’da yaptığı bir konuşmada kendini modem zamanların simyacısı olarak tanıtmıştı. Simyanın tarihi uzundur ve bütün dünyayı ilgilendirir. Simyacılar, dünyayı sadece anlamak değil, değiştirmek yönünde de çaba gösteren bilim insanlarına benzerler. Ortaçağ bilginlerinin tersine, yeni teknikler icat ederek mevcut fenomenlerle oynayarak çevreyi de dönüştürmeye çalışırlardı.

17. yüzyıl simyası heveslileri, araştırmalarını, Mezopotamya medeniyeti zamanında doğup, Mısır ve Yunanistan'ın yanı sıra Hindistan ve Çin’de de geliştirilen, ayrıca 12. yüzyılda İslam uygarlığından alınıp Avrupa gündemine oturan hermetik gelenek üstüne temellendirmişlerdi. Doğu dünyasından ithal edilmesi nedeniyle simyada, Arapçanın farklı alfabesinde kullanılan özel bir kelime dağarcığı vardır. Bunların arasında Aristoteles'ten başka, en gözde İslam bilginleri olan el-Razi ve İbn Sina da yer almaktadır.


O dönem mantıklı görünüyordu

Bugün, Simya bize komik görünüyor, fakat Ortaçağ Avrupası’nda büyük bir hızla yaygınlık kazanmış, kabul görmüştü. Çünkü o dönem için makul, akılcı ve bütünlük arz eden bir sisteme benziyordu. O dönemleri yaşayan insanlar için simya, Aristoteles ilkeleriyle iş gören, uygunluk gösteren, Katolik evren görüşüne de fazlasıyla uyumluydu. Öyle ki, şarap ve ekmek İsa'nın bedeni ve kanına dönüşebiliyordu; madem ki, toz toprak altından çıkan madenler de parıldayan metaller olarak karşımıza çıkabiliyor, ölümcül bir hastalığın çaresini bulmak veya kurşunu altına çevirmek niçin imkansız olsun ki?

Dönüştürme muameleleri, o dönemde hükmünü sürdüren Ortodoks bilim öğretisi olan Aristoculuğa dayanıyordu. Aristoteles'in olduğu sanıldığı için büyük popülerlik kazanan fakat Aristoteles'e ait olmayan “Sırların Sırrı” kitabında da simya, tıp ve büyüyle ilgili çokça bilgi vardı.

Aristo’dan ziyadesiyle etkilenen Ortaçağ simyacıları elementlerin, özelliklerinin ve yıldızların etkilerinin birbirine bağlı olduğu bir evren varlığına inanırlardı. Simyacılar esasen ateşli dindar idiler, Tanrı arayışlarında sürekli mükemmelliğe ulaşma çabasındaydılar. Temel amaçları felsefe taşını bulmaktı. Bir bulsalardı onu, gelişmelerin kilidi de çözülecek; adi metaller kusursuzlaştırılacak, altın elde edilebilecekti. İnsan bedeni de hastalıklardan kurtarılarak ömrü uzayacak, ruhlar arındırılarak ilahi aydınlanmaya ulaşacaklardı.

Neleri ayrıştırdılar, amaçları bilimle bağdaşıyor muydu?

Simyanın en ünlü amacı olan kurşunun altına dönüştürülmesinin somut bir kuramsal temeli var: Aristocu yorumcuların çoğunluğu gibi, simyacıların da kuramı, madenlerin sıcak, kuru kükürt ve soğuk, ıslak cıvadan (bilinen kükürt veya cıva değil, idealize edilmiş ilkeler) oluşuyordu. Bunlar, dünyanın rahminde farklı şartlar altında birlikte ısınıyor, pişiyor ve uzun yıllar içerisinde değişerek farklı madenlere dönüşüyorlardı. Simyacılar, yüzyıllar süren bu tabii süreci hızlandıracak, yavaş dönüşüme kısa devre yaptırabilecek kimyevi teknikler arar, doğrudan doğruya altın üretmeye çalışırlardı.

Simyacılar aslında bilimin seyrini birçok açıdan etkilediler. Deneysel kimya ve sanayi teknolojisinde yaşanan ve yaşanacak gelişmeler için bu araştırmalar gerekliydi. Simyacılar yıllarca farklı maddeleri ısıtacak, damıtacak, kristallerine ayrıştıracak aletler icat etmiş, azimle ve sabırla tekrar tekrar denemişlerdi. Bu yenilikleri ve geliştirme gelenekleriyle simya, Avrupa'ya vardıktan sonra bile, deneylerini yıllarca sürdürdü.

19. yüzyıl kimyagerlerinin bile kullanmaya devam ettiği çeşitli, özel amaçlı kaplar, kâse ve balon şekilli şişeler tasarlamışlardı. Hâlâ, altın elementine yaklaşamamışlar, lâkin etkili tıbbi ilaçlarla, suni gübre endüstrisinin ham maddesi olan amonyum sülfat ve benzeri birçok kimyasal maddeyi ayrıştırmayı başarmışlardı.

Simyacılar sadece doğanın işleyişini görmek veya göstermek yerine, insan müdahalesiyle bir şeyleri daha iyiye götürmeyi başarmak istiyorlardı. Anlamayı ve değiştirmeyi kapsayan bu çifte tutku, bilimsel özlemin özü değil midir?

Kadim sırların yarattığı ticaret

Kadim sırları açığa çıkaracağını vadeden gayri resmi el yazmalarına dair hareketli bir ticaret oluşmuştu. Bu metinler yalnızca bu yola adanmış simyacılarca değil, keşişler ve Roger Bacon gibi üniversite bilginleri tarafından da rağbet görüyordu. Ortaçağdaki okurlar, bu deney kanallarından etkileniyorlardı.

Aslında bunlar arasında, çoğu İslam kökenli olan ama -yanlış bir şekilde- Aristoteles ve Albertus Magnus gibi ünlülere atfedilen muhtelif bitkisel sağaltımlar ve yararlı ipuçları (örneğin, kuvars taşı ayyaşlığa karşı yararlı, tavşan bağırsağı erkek bebek doğurmayı sağlar) vardı.

Önemli özellik: Mahremiyet...

Ortaçağ bilgini Bacon’a, deneyler yürütebilsin diye değil, düşünsün ve yazsın diye para ödeniyordu. Araç-gereçleri için ayrı bir ödenek almıyor, kendi olanaklarıyla ödedikleri için de parası bitince araştırmalarını durdurma zorunluluğundan yakınıyordu. Bacon, sistematik bir araştırma programı yürütmüyordu; araçlarını, felsefi ve teolojik ön kabullerden yola çıkarak oluşturduğu teorik fikirleri - sınamak değil - teyit etmek için kullanıyordu. Bacon simyacılar ile, sözüm ona modern bilime yabancı kabul edilen başka bir özellik daha paylaşıyordu: mahremiyet.

Aslında yaygın değerlere göre bilimde gelişme ve ilerleme, bilginin herkese açık olmasına bağlıdır; ayrıca eleştiriye ve iş birliği yapılmasına hazır olmalıdır. Bilimin nasıl ilerlemesi gerekeceğine yönelik görüşler gereği, bilim insanlarının bilgileri kendi aralarında serbestçe paylaşmaları beklenir.

Peki, gerçekte bu böyle midir?

Değildir: Los Alamos'ta atom bombası projesi, Darwin’in doğal seleksiyon teorisini duyurmak istemekten kaçınması, genetik mühendislik patentleri gibi örnek çoktur.

Kendi haklarını koruyan modern mucitler gibi simyacılar da formüllerinin rakiplerince öğrenilmesinden kaçınıyor ve adanmış takipçilerden oluşan küçük camialar dışında bilgilerini paylaşmak istemiyorlardı.

Modem bilim laboratuvarlarıyla simya atölyeleri arasında bir hayli ortak özellik bulunmakta. Esasen, kadim kimya laboratuvarları da simya atölyelerini örnek almışlardır. Bunu izleyen yüzyıllarda da bilimsel araştırmalar insanların evlerinde, çoğunlukla karanlık, soğuk mahzenlerde sürdürülmüştür. Victoria döneminin bilimcilerinden Michael Faraday da denemelerini Krallık Enstitüsü bodrumunda yürütmüş, yeraltına inerek kamuoyundan gizlenmiştir.

Modern bilimciler de toplumun kolay anlamayacağı esrarengiz lisanlarda konuşur, değerli araçlarına ve aygıtlarına özenle bakar, çalışma mekânlarına yabancıların girmemesine dikkat eder. 1950’li yıllarda bile, Princeton'da fizik laboratuvarlarına girmesinin yasak olduğunu hatırlatayım.

Paradoksik olarak, evrensel gerçeklerin genellikle ücra ve özellikli yerlerde, belli bireylerce ortaya çıkarıldığı söylenir. Ayrıcalıklı uzmanlar, özel çalışma odalarında -veya bir elma ağacının altında- tüm evreni yöneten bilimsel kanunların formüllerini buluverirler. Buna benzeyen şekliyle, yapayalnız çalışan simyacılar da, hemen daima hazır güçleriyle, hem maddeyi hem de ruhu arındıracak felsefe taşı arayışları içerisinde kendilerini özellikli yerlere kapatmışlardı.

Prof. Dr. Kadircan Keskinbora, Bahçeşehir Ü. Tıp F. Öğretim Üyesi

*Yazının devamı haftaya.