21. yüzyıl kimliğini tanımlamak

Doğan Kuban
21. yüzyıl kimliğini tanımlamak

Türkiye kendini Avrupa’ya katılarak tanımlamayacak. Türkiye olduğu için katılacak. Türkiye’nin Avrupa’ya hangi koşullarla katılacağı sorunu politik bir sorundur. Görünüşe göre katılacağı da yok. Bu birleşme zor olsa da biz dünya ile sandığımızdan daha yapışığız. Dünyadan nerede ayrıldığımızı kendimize soruyor muyuz?

Eğitim alanında böyle bir sorun yok; turizm alanında böyle bir sorun yok; varlığı göstermelik olsa da, parlamenter demokrasi tanımı alanında bir sorun yok; iletişim alanında bir sorun yok; uluslararası ticaret alanında böyle bir sorun yok; ordu ve savunma alanında bir sorun yok; kısaca biz kuramsal olarak çağdaş dünyanın uyumlu bir üyesiyiz. Aramızda biraz fazla uyumlu olanlardan söz etmeyelim.

Bizim toplumun sorunu, kurumların varlığı hatta işlevi konusunda değil. Kavramlara, yanlış da yorumlasak, sahip çıkıyoruz. Sıkıntımız toplumun kırsal kültür ağırlıklı yapısından kaynaklanan uygulama düzeyindedir. Doğrusu istenirse Osmanlı idaresi sadece fiziksel varlık olarak değil, etnik olarak da Avrupalıydı. Sultanları, idarecileri, yeniçerileri, donanması; bunlar İslamlaşmış, İslam giysisi giymiş Avrupalılardı.


Osmanlılar öteki Avrupalılar kadar birbirlerini kesmediler. Katolikler Protestanları, Yahudileri ve hazmedemedikleri mezhep mensuplarını bizden çok kestiler. Avrupalılar Amerika yerlilerini, Afrikalıları, Asyalıları da doğradılar. Politik ideolojiler nedeniyle ve ekonomik hegemonya amacı ile de birbirlerini yok ettiler. 20. yüzyılda da bunu iki kez yaptılar. Bizim de bu çorbada tuzumuz var, ama Avrupalı ile karşılaştırılamayacak kadar sınırlı. Yine de biz bir tür Avrupalıyız; Arnavut gibi, Bosnalı gibi, Berlin’de, Münih’te, Amsterdam’da yaşayan Türkler gibi.

Avrupalı mıyız?

İstanbul bir Avrupa kenti. 19.- 20. yüzyılda Avrupa gibi olmak için elinden geleni yapmış. Şimdi de okumuşlar, en tutucu oldukları zaman bile, Avrupalı gibi konuşmaya, Avrupalıya referans vermeye çok hevesleniyorlar. Avrupa OK, Avrupa hello, Amerika OK. Çevremizde Arap gibi düşünen de var. Fakat çam sakızı çoban armağanı gibi bir damla.

Devletin bütün yönetmelik ve yasaları Avrupa’dan çeviridir. Nasıl ve ne zaman Avrupalı olacağız? Avrupa’da yaşayıp Türkiye’ye gelmeyen ve çocukları oraların parlamento ve belediyelerine giren insanlar hâlâ Doğulu mu? Biz bu mübarek Avrupa’nın nereye kadar ortağıyız?

Gerçekte Türkiye’de, “Avrupalı-Avrupalı değil” ikileminin arkasında, ortaçağdan kalan Müslüman- Hıristiyan karşıtlığı (Haçlı-mücahit) söylemi var. Fakat bu da yüzeysel; arkasını kazıyınca dincinin IMF’ci olduğunu öğreniyorsunuz.

Toplum kültürü açısından eksiklikler

Soruna eski klişeleri, önyargıları bırakarak, toplum kültürü açısından bakınca temel sorunumuzun çağdaş uygarlığın bazı parametrelerini uygulamakta geç kalmamız olduğunu görebiliriz. Bunun göstergesi sanat, bilim, felsefe, tarih, edebiyat, tiyatro gibi kültür gösterilerine katılmakta zorlanmamızdır. Katılmakta zorlanmanın nedeni de kentlileşmenin geç kalmasıdır. Şimdi kente gelen daha uzun ve daha çok okuyacak, hem diğerlerinin hakkını yemeyecek, hem kendi hakkını savunacak, hem de teknolojiyi daha doğru kullanacak; otomobili at arabası gibi sürmeyecek. Hem de daha çok okuyacak. Bilgi de ortaçağ kafası ile sulandırılmayacak. Bu bir zorunluluk.

Osmanlı döneminde geri kalmanın tek bir nedeni vardı: Bizim dışımızdaki dünyaya bağımsız bir varlık olarak bakmamak, başka bir deyişle 18. yüzyıla kadar Diyar-ı Küfr cahili olmak. Bunun bir nedeni dinse, bir nedeni cehaletti. Biz tek kişi gibi, toplumun da kendi bacağından asılacağını sanıyorduk.

Osmanlı Devlet düzeninde dinin devletin varlığı ile bütünleşmesi, din dışı bilginin dışlanmasıyla sonuçlandı. Bir diğer tarihi yük, sultanın eski Türk töresinden gelen tekliği idi. Sultana her şey mubah, kullarına yasak. Kul bir sultan malı, ülke bir sultan malı.

Eğitim medrese kalınca

Aslında 14. yüzyıla gelene kadar matematik, tıp, coğrafya, İslam’da Avrupa’dan geri değildi. Selçuklu çağında figür sanatı bile vardı. Osmanlı tarihini toplumun cehaletini göstermemeye çalışarak yazıyoruz. Oysa evrensel tarihi konjonktürün bir döneminde Osmanlı’nın ayağı sürçmüş; ne geriyi görmüş, ne de ileriyi.

Eğitim sadece medresede kalmış. 18. yüzyıldan sonra sadece asker bunun dışına çıkabilmiş. Medrese sadece bilime, felsefeye ve sanata ‘hayır’ demekle kalmamış. Medresenin ikinci elden din yorumu, asıl dinin yerine geçmiş. Gerçi bu sadece İslam’a özgü değil. Hıristiyanlıkta da var.

Din her yerde dindir; dini radikalizm de aynıdır. Nitekim Avrupa bilimi de kiliseye bağlı üniversitelerden çok, kiliseye bağlı olmayan düşünürlerin elinde gelişti. 17. yüzyıl ortasında kurulan akademilerde ilk koşul teolojiyi (ilahiyat) tartışma konularının dışında bırakmaktı. Fakat nedense Katolik Habsburgların, Ortodoks Romanofların bilim, sanat, eğitim için yaptığını Osmanlı yapamadı. Biz Cumhuriyete kadar (asker dışında) bilime gereken ilgiyi göstermedik. Sonra laik cumhuriyet kuruldu. Kanımca o zaman da bu işlevin yerine gelmesine engel çıkarıldı. Ve bu 1950’den sonra giderek arttı. Şimdi üniversitelerde fizik öğrenenden çok fazla sayıda ilahiyat okuyan, müstakbel işsizler var.

Avrupalıların akademilerinde 17. yüzyıl ortasında dışladıkları şeyi, biz 20. yüzyıl ortasından sonra yeniden ihya ettik. Bizim Avrupalılığımızın farklı tarafı budur. Ortaçağ kafası ile 21. yüzyılda yaşabileceğimizi sanma gibi bir fantezi gelişti bu ülkede.

Bugün Müslümanlardan istenen, bir ölçek emperyalizmle, bir ölçek cihat-haç ve oryantalist söylem karışımı bir afyonu, çekmeleridir. İslam toplumları geçmişi, nasıl oluyorsa, yenileyip durmakta ustalar. Türkiye-Ermeni protokolü imzalanırken İsviçre’de çekilen ortak bir fotoğrafı anımsadım. Kendimi 19. yüzyılda hissettim.

Fakat hep yinelemek zorunda olduğum bir gerçeğe inanıyorum: Türk toplumu bütün baskılara karşın bu tartışmaları aşacak kadar insan yetiştirmiştir.

Doğan Kuban

Doğan Kuban'ın anısına saygıyla. Bu yazı HBT'nin 198. sayısında yayınlanmıştır.

Doğan Kuban