TAN İNCE: Direncin, sabrın, yenilikçi düşünmenin getirdiği başarı

Öne Çıkanlar Sağlık Toplum

Bir icatçı bilim insanımız.

Kanserin şifrelerini çözebilmek önce teknolojik modeller geliştirdi, kanser hücresini normal bir hücreden genetik yöntemler kullanarak üretti, icat ettiği sıvılarla kanser hücrelerinin uzun süre laboratuvar ortamında yaşamasını sağladı, kanser kök hücresini hedef alarak kanserin kökünü kurutacak ilaçların geliştirilmesinin koşullarını yarattı.


Tan İnce, bilime mühendisçe yaklaşıyor, sıfırdan bir şeyi inşa ediyor, patentlerini alıyor, kendisini “icatçı ilim insanı” kategorisine koyuyor. Hücreleri laboratuvarda yaşatan sıvıların varlığı on yıllarca eskiye dayanıyor, fakat bunlar her hücreyi yaşatmadığı gibi uzun süre de hayatta tutamıyordu. Geliştirdiği yeni formülle yeni sıvılar icat etti. 15 ülkede bilim insanları şimdi bu sıvıları araştırmalarında kullanıyor.

Bilimde en önemli konulardan biri doğru soruyu doğru zamanda sormaktır, çünkü yanıtı çok kolay verilebilecek bir soru sorarsanız yeni bir şey bulamazsınız; yanıtı olanaksız bir soru sorarsanız da hiçbir şey bulamazsınız. Bilim doğru sonuçlar kadar yanlış sonuçlarla da ilerliyor.

Proje seçme, hoca seç

Önemli bilim insanlarının pek çoğu kendi düşünceleriyle çelişen düşünceleri kabul etmez, öğrencilerini baskılarlar, ama Weinberg bu konuda ideal bir bilim insanıydı. Tabii ki kolay kolay düşüncesini değiştirmezdi, müthiş tartışmalar geçerdi aramızda.

Prof. Dr. Tan İnce, yakından izlediğimiz ve haberlerini önce CBT sonra da HBT’de sürekli yaptığımız bir ilim insanımız. Ayrıca ünlü şair ve yazar Özdemir İnce babası! Annesi, çok önemli bir çevirmenimiz Ülker İnce! Korona pandemisinden hemen önce geldiği İstanbul’da baba-ana evinde buluştuk sohbet ve söyleşi yaptık. İşte Tan İnce’nin anlattıkları, başarı dolu bir bilim insanının serüveni. Keyifle takdim ediyoruz.

Soru: Kanserlere yönelik çok temel alanda, kanser kök hücrelerini hedef alan bir konuda çalışmalar yapıyor, bu hücrelerin aylarca laboratuvar ortamında üremesini sağlayacak ve canlı tutacak ve üzerlerinde araştırmalar yapılabilecek sıvılar üretiyor ve patentler alıyorsunuz. Kök hücreyi biliyoruz, peki kanser kök hücresi nedir?

Tan İnce: Kanserin kök hücresi, normal kök hücresi gibidir. Kanı nasıl kan kök hücresi yapıyorsa, kanseri de kanser kök hücresi ayakta tutuyor. Kansere karşı kullanılan ilaçlar, kanserin genelini hedeflediği, kanser kök hücrelerini pek hedeflemediği için kanser kesin şekilde iyileştirilemiyor, bir süre sonra tekrarlıyor, bu ilaçlarla kökü kurutulamıyor.

Kanser kök hücreleriyle çalışmak zor, çünkü oran olarak tümörün ancak yüzde bir ile binde biri kök hücresi. Deneyler tümörün tamamı üzerinde yapıldığı zaman, kök hücreye özgü mekanizmaların şifresini çözemiyorsunuz.

Sizin çalışmalarınız bu deşifre etmeye mi yönelik?

Amaçlarımdan biri kanser şifresini çözebilmek için gerekli teknolojik modelleri geliştirmekti. 20 yıl kadar önce başladım bu çalışmalara, MIT’de çalışırken kanser hücresini normal bir hücreden genetik yöntemler kullanarak imal ettim ve ürettim.

Bu işi yapabilmek için her şeyden önce normal hücreleri laboratuvar ortamında yaşatmak gerekiyordu.

Bu amaçla bir sıvı icat ettim, 2000’li yılların başlarında o sıvıyla normal insan hücrelerini laboratuvarda aylarca yaşatmayı başardık. Bu da bize normal bir hücrenin içine değişik genler ekleyip kanser kök hücresi oluşturma olanağı verdi.

Bu bir mühendislik yaklaşımıydı. Çünkü normal, dekonstraktif bilimde, bir şeyi parçalarına ayırıp o şeyin daha basit parçalarını bulmak yaklaşımı vardır. Benim yaklaşımım ise mühendislik yaklaşımıydı: Sıfırdan bir şeyi yapmak, inşa etmek, onu en iyi anlamanın başka ve etkin bir yoludur.

Maddeleri 50’den 85’e çıkardı

Nasıl bir sıvı bu, neye yarıyor, daha önce de hücreleri hayatta tutan sıvılar yok muydu, sizin sıvının ayrıcalığı neydi?

İnsan hücrelerini hayatta tutan besi sıvıların çoğu 1950-1960’larda icat edildi. Bunların hepsi mucitlerinin adını taşır, benim bulduğum sıvı da benim adımı taşıyor.

Çalışmalarıma ilk başladığım 1990 yıllarında, ben de hücreleri hayatta tutmak için, bu daha önce geliştirilmiş besi sıvılarını kullandım. Fakat bu sıvılar içinde hücreler istediğimiz gibi üremiyordu.

Önce aklıma 50 yıldır kullanılan sıvıların formüllerinde bir eksiklik olacağı gelmedi. Ama bir süre sonra acaba bu sıvıların formülünde bir eksiklik olabilir mi? diye sormaya başladım. Gördüm ki, var olan sıvıların içinde 50 kadar değişik amino asitler, yağlar, sekerler, vitaminler bulunuyordu. Ama bu karışım hücreyi hayatta tutmak için yetersiz kalıyordu. Buna çözüm olarak araştırmacılar, bu sıvıların içine inekten elde ettikleri kan serumunu ekliyorlardı içindeki yüzlerce besi maddesi için.

Fakat, serum içinde zararlı atik maddeler vardır, bunlar hücreleri zehirleyebilir diye düşündüm. Bunun yansıra, hücreler gövde içinde serumla doğrudan temas içinde olmadıkları için besi sıvısına eklemek fizyolojik değildi. Bu düşüncelerle, oturdum, tamamıyla sentetik olarak üretebileceğim bir sıvı geliştirmek istedim ve başarılı olduk, böylece serumsuz hücre büyüten bir sıvının patentini aldım. Bu da hücre araştırmaların kimyasal olarak tamamen tanımlanmış bir ortamda yapılmasına olanak veriyor.

Bu sıvı kullanılıyor mu, kimler ne amaçla kullanıyor?

Evet. Harvard Üniversitesi'nden Miami’ye gitmemin nedenlerinden biri de buydu. Bu yeni sıvıyı üretip dünyadaki başka araştırmacılara dağıtmak için kâr amacı gütmeyen bir merkez kurmak istedim. Harvard’da bu amaç için ilerleyemedik. Miami Üniversitesi ise gel bu merkezi burada kur ve üret, dedi.

Sonuç olarak o merkezi Miami’de kurdum ve bugüne kadar 15 ülkede 100 laboratuvara sıvı gönderdim. Binlerce şişe. Bunun üzerine bir firma lisansladı bu sıvıyı. İşte anneme gönderdiğim resim oydu (Duvara asılı patentin fotoğrafı, Ülker hanım gururla gösterdi bize!). Önümüzdeki aylar içinde piyasaya sürecekler. Şu anda toplam 15 ülkede bilim insanları ürettiğim sıvıyı araştırmalarında kullanılıyor.

Yani kanser ve normal kök hücrelerini araştırmak için kullanıyorlar. Peki bu tek sıvı, yüzü aşkın kanser çeşidi için, kanser kök hücreleri için geçerli mi veya yeterli oluyor mu?

Daha evvel piyasada olan ve herkesin kullandığı sıvılarda 50 kadar değişik madde vardı, demiştim; benim yaptığım sıvıda 85 madde var. Farklı kanser türleri için bu seksen beş maddeye o kanser türüne özel 5-10 madde daha eklemek ya da bazı maddeleri eksiltmek ya da yoğunluğunu değiştirmek gerekiyor.

Bu konuda ilk makalenin yayınlanmasında zorluklarla karşılaşmışsınız, neden?

İlk makaleyi yayınlarken, daha önceden var olan sıvılara 30-35 madde daha eklemek gerektiğini nereden uydurdun dediler. Ben de teorik olarak düşündüm dedim. Hepsini denedin mi dediler. Normal olan budur çünkü bilimde. Denemedim tabii, dedim çünkü bunun denenmesi olanaksız, 30 değişken için bir milyar kombinasyonunu denemek gerekir.

Bunun için bir ilaç fabrikasının büyük olanakları bile denemeye yetmez. Tek başıma benim bunu yapmam söz konusu bile değildi, onlara dedim ki bu maddeleri bu nedenle deneme yanılma yöntemiyle değil tamamen teorik yöntemle saptadım. Bu uzun tartışmalardan sonra sonuçta Cancer Cell dergisi makaleyi yayınlamayı kabul etti.

Hayatın biyokimyasını bilince...

Nasıl bir teorik yaklaşım bu? Şunu mu söylüyorsunuz: Bütün kanserlerin çalışacağı 10 veya 20 madde mutlaka olmalı sıvı içinde... Yani olmazsa olmazları saptayıp oradan madde çeşitlemesine gidiyorsunuz...

Tabii. Hayatın biyokimyası belli. 25 yıl kadar önce bütün kimyayı ezbere biliyordum.

Biyokimyada temel proteinleri, yağları, seker türlerini, enerjiyi ve DNA’yı üretmek için şunlara ihtiyaç var... Hepsini alt alta yazdığınız zaman zaten 70 madde ediyor. Önce bu temel maddeleri listeye koydum. Öteki teorik eklemeler için ise şu sorunun yanıtı önemli: Bir lösemi, meme yada yumurtalık hücresinin büyümesi için bu temel maddelere ek olarak hangi büyüme maddeleri ve kimyasallar gerekiyor. Bu da biliniyor aslında. Niye böyle yaklaşmamışlar konuya bilmiyorum.

Ama bilim böyle değil mi, birisi geliyor, faklı bir yaklaşımla farklı bir yöntemle üst aşamada farklı bir iş üretiyor. Ve işleri kolaylaştırıyor, sizin katkınız da böyle değil mi... Çok önemli bir hastalık grubunda araştırmacıların birden işlerini kolaylaştırıyor ve hızlandırıyorsunuz...

Ben daha çok, belki de MIT’de çalıştığım için, bir mühendislik çalışması olarak görüyorum yaptığım işi.

Zaten mühendislik bütün bu çalışmalarda yok mu... Moleküler biyolojide, genetikte tıbbın pek çok alanında bir mühendislik var. Moleküller tasarlanıyor, ilaçlar tasarlanıyor. Genleri kesip biçme de bir mühendislik işi...

Bunların az bir kısmında benimki gibi bir mühendislik var. Ben kendimi öncelikle icatçı olarak görüyorum.

Amerika İcatçılar Akademisinde görürüz sizi inşallah. Üç Türk yakın zamanda oraya seçildi.

Ben tabii bilim insanıyım aynı zamanda, ama her icatçı bilim insanı değildir, her bilim insanı da mucit değildir. Ben bu ikisini birleştirmiş biriyim.

İcatçılık ve bilim

İcatçılar belki de daha az bilim insanı denebilir mi?

İcadına bakar, bir genelleme yapmak istemem; ama aradaki fark şu: Bilim insanı var olan bir şeyin şifresini çözüyor, mucit ise olmayan bir şeyi var ediyor. Arada çok büyük fark var, o yüzden icat yapan çok sayıda bilim adamı var denemez. Bilim adamlarının yaptıkları otomatik olarak hayata geçmiyor. Onların yaptıklarını hayata geçirmek, başka bir ekibin varlığını gerektiriyor.

İşimin beni en çok heyecanlandıran yanı, yaptığım icadın hayata hemen geçirilmeye yakın olması.

Bilim olarak yaptıklarınızı okur merak edecektir, anlatır mısınız...

ABD‘de bir kanser ilacını sıfırdan geliştirip FDA’den izin alıp piyasaya sürmenin masrafının 1-2 milyar dolar olduğu hesap ediliyor. Bazıları diyor ki bu şişirilmiş bir rakam, ilaç fabrikaları bu paranın çoğunu pazarlamaya harcıyor, ama sonuç olarak çok büyük bir miktar.

Bunun nedenlerinden biri, önce bir bilim insanı, laboratuvar ortamında, test tüpünde bir buluş yapıyor, sonucu hücrelerde deneniyor, sonra farelerde, sonra insanlarda...

Buluşların test tüpünde başarılı olanlarının yüzde biri hücrede başarılı oluyor, hücrede başarılı olanların yüzde biri de insanda başarılı oluyor. Sonuçta test tüpünde başarılı olanların sadece binde biri ile on binde biri, insanda başarılı oluyor. Geri kalan 9999’un masrafı başarılı olanın gelirinden çıkıyor. Bu masrafı eklemezseniz yeni bir ilaç yapamazsınız, masrafı çok büyük.

Ama kârlılığı da çok büyük...

Evet o da büyük.

Mesela sadece Pfizer’in şirket değeri 252 milyar dolar, 2019 geliri de 51 milyar dolar, yani müthiş para kazanıyorlar.

Doğru, bir ilacı üniversitenin, akademinin veya küçük bir şirketin yapamamasının nedeni de bu. Binde bir başarılı olacak bu işe giremiyorlar.

Bunun nedenlerinden bir tanesi de kanser hücrelerini laboratuvarda devamlı üretmek o kadar zor ki, tarihte ABD’de yapılmış bütün meme kanseri araştırmaları yüzde doksanı sadece 5 hastadan üretilmiş hücrelere dayanıyor. Bu hücrelerin bazıları 1950’lerden beri kullanımda, çünkü yenilerini yapmak zor.

Lösemi de öyle. Yumurtalık kanseri de öyle. Çünkü bir hastadan kanser hücrelerini alıp laboratuvarda da üretmek çok zor. Beşer hastadan üretilmiş hücreleri kullanarak geliştirilen ilaçlar, doğal olarak herkeste işe yaramıyor. Çünkü, her hastanın kanseri farklı.

Hala öyle mi, beş hastanın hücrelerine dayalı mı ilaç geliştirmeleri yapılıyor?

Evet hala öyle. Oysa yapılması gereken şu: Öyle bir teknoloji geliştirmelisiniz ki hastalara ait hücreleri aylarca laboratuvarda büyütebilmelisiniz, oradaki genetik mutasyonlarıyla o hücrenin ilaca yanıtı, hastanın orijinal tümörünün ilaca yanıtıyla aynı olsun.

“Kitaplarımın hiç önemi yok”

Özdemir ağabey lafa karışıyor. Tan’ın referansları on bini geçti... Tan bir yana, yazdığım her bir kitap bir yana. Benim yazdıklarımın hiç bir değeri yok, diyerek oğlunun çalışmalarını, dolayısıyla bilimi yüceltiyor. Bir baba oğul çekişmesine tanıklık ediyoruz! Diyorum ki, herkesin kendi alanında yaptığı katkının bir ağırlığı var. Ama önemli bilimsel katkıların kalıcılığı ve etkisi çok uzun süreli ve çok somut...

Özdemir İnce: “HBT çok önemli bir dergi hem haber veriyor hem bilgi veriyor hem yetiştiriyor ve özendiriyor. Çok önemli. Daha önce de Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji aynı işi yapıyordu! Oğlumun yaptığı işlere inanıyorum, tıpta da palavracılar var. Tan’ın yaptığı önemli. Ona kalsa hiç haber vermek istemez. Ben de bunun duyurulmasına önem veririm.”

Özdemir ağabeyde müthiş bir gurur var Tan İnce’nin bilimsel çalışmaları konusunda. Her yaptığı işi anında izliyor, soruyor, önemli gördüklerini de bana haber veriyor! Oğlundan tek şikâyeti henüz bir torun eksikliği! Anne Ülker İnce, Tan’ın gönderdiği, yaptıkları ürünün bir şirketle lisans anlaşmasının fotoğrafını çerçeveletip duvara asmış.

Tan ana babasına bağlı, onların mutluluğundan o da mutlu! Özdemir ağabey Tan’ın bilime önemli katkılarından dolayı mutlu!

Tan’a soruyorum. “Bu sıvılar üç kategori de” diyor.. “İnsanları en çok öldüren epitel kanserleri... Akciğer, meme, prostat, bağırsak. İkincisi, sıvı kanserler-lösemi, lenfoma. Üçüncüsü de Sarkomlar daha çok kemik, kas ve diğer ara doku kanserleri... Bu üç kategori için birer değişik sıvı geliştirmeye çalışıyoruz.”

İkinci sıvıyla ilgili yayın daha kolay olur diyorum, ilk yayınla ilgili yayıncıların çıkardıkları zorluğu anımsatarak...

Tan İnce: Belki sorunlardan biri, benim çalıştığım alanın uygulamalı kliniğe daha yakın olması. Burası daha kirli bir alan, temel bilimler daha saf. Alan kirlendikçe bilim dışı işler, çıkar ve rekabet işin içine giriyor. Uzmanlar arasında tanınmak önemli oluyor.

Soru: Yani kanka ilişkileri...

Ben her zaman dışarıdan gelen bir insan oluyorum, icatçı olduğum için. Benim için yapay sınırların bir mantığı yok, yumurtalıktan kan kanserine oradan meme kanserine, başka kanser türlerine geçebiliyorum. Ama dışarıdan gelip o uzmanlara, biz bir şey icat ettik, bunun size çok yararı olur, dediğiniz zaman, tepkileri bazen o an pek iyi olmuyor. O yüzden temkinli yaklaşıyorum olabilecek tartışmalara.

Bu konuda çalışan başkaları var mı?

Var, ama çok değil. Ben bu işe başladığımda, 20 yıl önce pek hareketli bir alan değildi. Sonra hareketlendi, iki üç başka laboratuvar böyle şeyler yaptıklarını söylediler, ama yaptıkları iş bu sıvıları baştan tasarımlamak değil, değişik ilaçlar ekleyerek sıvıların eksikliklerini tamamlamak biçimindeydi. Ama uzun vadede, ilaç katkılarıyla sıvıların eksikliklerini tamamlamak girişimi istenilen soncu vermez, çünkü fizyolojik bir çözüm değil.

Duvarda asılan, iki patent var, anlatır mısınız?

İlk sıvı için patenti patent ofisi reddetti önce, dediler ki bu senin 30-35 maddeyi başkaları kullanmış. Ama her madde başka bir patentte... Ben de dedim ki 35’ini bir arada kullanmak önemli, bunları tek olarak kullananlar var ama hepsinin bir araya kimse koymamış, bu patenti hak eden bir şeydir. O sırada MIT’nin patent ofisi de bana bunun için patent alamayacağımı söylemişti.

Onlara, siz bu kafayla penisiline bile patent alamazdınız, Washington patent ofisine gidiyorum, direktörüyle konuşacağım dedim. Bunun üzerine MIT ofisindeki yetkili beraber gidelim, dedi. Kendi paramla uçağa atladım, patent ofisindeki başvurumu tetkik eden adamın müdürüyle oturup konuştuk. 20 dakika anlattım, sonuçta tamam veriyoruz patenti dedi. Bu işin sonuçlanması böylece 9 yılı buldu!

Şimdi 5 patentim var, 6 tane de beklemede. 3 tanesi sıvıyla ilgili, diğer 3 kök hücreyle ilgili.

Kaç makaleniz var?

62 makalem var. 12 bin civarında da referans var.

Siz aslında ilaç şirketlerine daha üst düzey araştırmalar için ortam hazırlıyorsunuz.

Evet. Ben daha çok bilgisayar yazılımı yapan, bilgisayar yapan bir insan gibiyim, sonra insanlar onu alıp şiir yazacak, roman yazacak, gazete köşe yazısı yazacak...

Çok güzel. Lab’da kaç kişi var?

Bu yıl New York’ta Methodist hastanesininin patoloji bölüm başkanlığına başladım, o yüzden klinikte çok meşgulüm. Geçmiş yıllarda laboratuvarımda 10-15 kadar araştırmacı olurdu, şimdi 4 kişiyiz, eğer para desteği bulabilirsek daha büyütebiliriz. Ama açıkçası para desteği aramaktan yoruldum, çok zaman ve caba istiyor. O yüzden, büyük ihtimalle 3 araştırmacı, bir de ben idare edeceğiz. Platformları artırıp diğer bölümlerin işlerini kolaylaştıracağız.

İyi bir patolog olmanın avantajı

Bu icatları yapmanızda patoloji bir altyapı sundu, oradan yola çıkarak buralara geldiniz...

Evet, patoloji eğitimim olduğu için hücreleri büyütüp onlara sadece mikroskopta baktığımda, hücreler sağlıklı mı sağlıksız mı anlayabilirim. O yüzden değişik sıvılarda denediğimizde sadece gözle bakmak bana yetiyordu. Sabah yeni sıvıya yeni bir madde ekliyordum öğleden sonra bakıp işe yarayıp yaramadığını anlıyordum.

Bir moleküler biyolog bunu yapmak için, önce bir hafta hücreleri büyütecek, onlardan ekstre alacak, ekstreyi bazı makinelerden geçirecek, DNA’sını inceleyecek vb. Bu uzun iş. Patoloji eğitimi bu işi çok hızlandırdı, ben hücrelere bakıp bu hücre, türüne bağlı olmaksızın, iki ya da üç gün sonra ölecek mi biliyordum.

Biçimlerine bakıyorsunuz, morfololjisi değişiyor...

Acil kapısından hasta girerken bu hasta yaşayacak mı ölecek mi bilirdik yani.

Yüzünde ölümü görüyorsunuz, veya yaşamı...

Özdemir İnce: Bu adam ayrıca moleküler biyoloji de yaptı ve farmakoloji de öğrendi.

Niye moleküler biyoloji yaptınız, size ne katacaktı? Veya başka bir arayışınız mı vardı?

Tan İnce: Bunun sıralaması şöyle oldu. Tıbbı bitirdikten sonra farmakoloji doktorası yaptım, Bunu yaparken patoloji yapmadan hiçbir şeyi anlamlandıramayacağımı fark ettim, o yüzden patoloji asistanlığı yaptım, klinisyen oldum, bu arada da, kanser moleküler biyolojisini de eklemezsem bunların tamamen bütünleşemeyeceğini gördüm.

Yani farmakoloji ile patolojiyi bağlamak için moleküler biyoloji gerektiğini gördüm. Moleküler biyolojiyi post-doc olarak yaptım, sonra da hepsinin birleşimiyle, yani edindiğim bilgilerin hepsini bir araya getirerek sıvı teknolojilerinde kullandım. İnsan 20 yıl sonrayı planlayamıyor. Ama benimki çok da denk geldi ya da ben doğru soruyu sormuştum kendime, böylece aldığım eğitimler boşa gitmemiş oldu.

Kendine doğru soruyu sormak

Bu doğru soru nereden, nasıl oluştu?

Doğru soruyu sormamda, belki biraz da tesadüfen, etkili olmuş kişiler oldu.

Rastlantıların insan hayatındaki önemine geldik, hepimizi aslında önemli ölçüde rastlantılar yönetiyor...

Evet, ben New York’ta, John Mendelsohn adında tanınmış bir doktorun yanında doktoraya başlamıştım. Mendelsohn daha sonra Teksas MD Anderson Kanser Merkezi'ne başkan oldu, ve kanserde kullanılan Erbitux ilacını geliştirdi, kendisi çok meşguldü ama yanında Gordon Sato adında Japon asıllı, emekliliği yaklaşmış olan araştırmacının çok vakti vardı. Bana hücre kültürü sıvıları konusunda müthiş şeyler öğretti.

Yıllar sonra MIT’de araştırmalarıma başlarken, meme kanseri üzerine yaptıkları araştırmalar için büyüttükleri hücreleri görünce, bunlar yanlış hücreler, meme değil deri hücresi dedim. Onlar da daha iyisini biliyorsan yap, dediler. O zaman Gordon Sato’un bana öğrettikleri birden canlandı kafamda. Sonra baktım Gordon Sato 1908’ler de besi sıvı icadında bir mihenk taşı. Onun yanında bir şey bilmeyen bir öğrenciyken aslında çok büyük bir hocadan ders aldığımı fark etmemiştim, onun öğrettikleri bambaşka bir düzeye taşıdı beni.

MIT’ye giriş: Bir makale sonucu

MIT’ye gitmek hayatınızda bir yön değiştirmek olmuş. Nasıl gittiniz oraya?

Bir makale okudum. Harvard’da patolojiyi bitiriyordum artık. Ya klinisyenlik yapacaktım ya da bilime dönüp ikisini bir arada yapmanın yolunu bulacaktım. MIT’den bir profesörün makalesi beni çok etkiledi, çünkü size sözünün ettiğim şekilde mühendislik yöntemiyle ilk defa normal bir hücreden bir kanser hücresini imal etmişlerdi.

Ben de dedim ki bir arabayı tamir etmeyi öğrenmenin en kapsamlı yolu o arabayı sıfırdan yapmayı öğrenmek olmalı. Bunun üzerine makale sahibine bir e-posta gönderdim, dedim ki sizin yanınızda çalışmak istiyorum. Hiç yanıt vermedi.

Kim bilir kaç kişi böyle mesaj atmıştır.

Evet dünyaca ünlü. Bu bilim insanı Robert A. Weinberg, insanda kansere yol açan ilk geni bulan kişi. Daha sonra, ilk tümör baskılayıcı geni, telomeraz genini ve başka önemli dört beş geni bulan bir bilimci.

Onun yanında çalışmak istediğim zaman birisi bana akıl verdi: Sen kendi maaşını bulursan daha kolay olur, dedi. Ben de bir burs buldum. O bursa başvurmak için bir proje yazmam gerekiyordu, bir profesör de o projeye kefil olmalıydı. Ben de oturdum çok uzun bir proje yazdım. Ona yolladım ve dedim ki, tek yapmanız gereken şey bir destekleme mektubu yazmak. Yanıtı, tamam, projeye bakarım, demek oldu. Ağustos başıydı.

Yazdığınız proje neydi?

Onun yayınladığı o mühendislik çalışması tarzındaki kanser araştırmasının bundan sonraki aşamasını yazdım, çünkü çok heyecanlandırdı beni. Projenin içinde de benim maaşım, kullanacağım malzemelerin gideri falan var, 750 bin dolarlık, 5 yıllık bir proje.

15 Eylül için randevu verdi. Konuştuk, dereden tepeden. Projemi okudunuz mu diye sordum, okumamış henüz. iki hafta kaldı başvuruya dedim, sonra okudu ve öyle müthiş bir destek mektubu yazdı ki, o kadar olur, 4-5 sayfa kadar.

O projenin eleştirisi geldi: “Bu çok karışık projenin başarılı olmasına olanak yok, ama Weinberg bu adamı destekliyorsa bursu veririz” diyordu NIH’te projeyi inceleyenler. Böylece Harvard’dan MIT’ye geçtim, onun yanında 7 yıl çalıştım. İşte o zaman, demek ki ben de özgün bir şeyler düşünebiliyormuşum, dedim ve kendime güvenim geldi.

Bilim insanının büyüklüğüne bakın! Hoca ile ilişkin nasıl gelişti sonra?

Önemli bilim insanlarının pek çoğu kendi düşünceleriyle çelişen düşünceleri kabul etmez, öğrencilerini baskılarlar, ama Weinberg bu konuda ideal bir bilim insanıydı. Tabii ki kolay kolay düşüncesini değiştirmezdi, müthiş tartışmalar geçerdi aramızda. Ama çıtayı çok yüksek tutan bir bilim insanı olduğu için çok iyi bilim çıkardı laboratuvarından.

Hayatınızda başkaları var mıydı böyle kilit rol oynayan?

Harvard’da, kadın hastalıkları patolojisini yöneten Christopher Crum’ın yanında çalışmak istiyordum, Brigham and Women’s Hastanesi'nde. Başvurdum, yeni bir asistan almıştı işe, kadro yoktu. Sonra gitmiş bölüm başkanına, beni işe almak için ısrarla fazladan bir kadro istemiş. Onunla çeşitli makaleler yazdık birlikte sonra, perşembeleri patoloji yapar, geri kalan 4 gün Weinberg’ün yanında çalışırdım, öyle 7 sene geçirdim.

“Proje seçme, hoca seç”

En başlangıçta da Chris Wayne adında bir araştırmacı Hacettepe’de, beni yönlendirdi. ABD’ye gitmek istiyordum, o da NIH’ten gelmiş bir araştırmacıydı, onun yanında yüksek derecede biyokimya derslerine girdim, sonra bana mektup verdi, yol gösterdi, ne tavsiye ediyorsun dedim o da bana proje seçme, hoca seç dedi.

Ne kadar önemli bir tavsiye... Aziz Sancar’ın da hayatına baktığımda tıp öğreniminden itibaren üniversitenin en iyi hocalarının yanından ayrılmıyor. Bilerek seçiyor. İyi bilim insanları zincirinin ürünü bütün çoğu iyi şeyler, bu zincirin parçası olmak önemli, o zincir kopmamalı.

Doktoraya başladığımda kütüphaneye gittim, biyolojide Nobel almış insanlar hakkında küçük bir kitap vardı, orada şu anlatılıyordu: Biyolojide, fizyolojide Nobel alanların çoğunun ya hocaları da, hocalarının hocaları da Nobel almış.

Bir Nobel kulübü gibi, ama değerli bir sürü insan bunun sonucu olarak dışlanıyor da olabilir, ama bir yandan da bu usta çırak ilişkisi de üstün araştırmalar ve bilim insanları zincirini devam ettirmenin faydası olduğunu da gösteriyor.

Elbette ödüllerin yararları da var zararları da, pek çok bilimci belki de kendilerine fırsat verilseydi büyük buluşlar yapabilirdi, ya da yaptıkları daha önce anlaşılabilirdi. Ama iyi hocalar önlerini açmayınca kayboluyorlar. Yaptıklarının önemi çok sonra anlaşılıyor. Öyle birkaç örnek biliyorum. Bunu bazen Nobel komitesi fark ediyor yıllar sonra, ama adam ölmüş oluyor.

Zor bir konu, doğru nedir diye sorduğunuzda herkesin bir doğrusu ortaya çıkıyor, subjektivizim her zaman var. Objektiflik genel olarak yoktur.

Bu nedenle icat etmek, üretmek bana hitap ediyor, bir makale yazdığınızda herkes bir şey söylüyor; ama bir sıvı icat ettiğinizde, o sıvı işe yarıyorsa kimsenin diyecek bir şeyi kalmıyor.

Kök hücrelerle organ üretilir mi?

Kök hücreleri konusunda çalışmalarınız var. İnsan kök hücreleri bütünüyle anlaşılmış değil mi?

Değil, ama potansiyel tamirci tıp denen rejeneratif tıp, biraz bilim kurgu gibi gözüküyor, insanın böbreğini laboratuvarda imal edip yerine takmak. Teorik olarak bu mümkün. Ama çok ileride olacak bir şey bu.

Bazı hastalıkların tamir için o hastalığa ilişkin kök hücre veriyorlar.

Bu konu henüz emekleme döneminde. 10 yılı aşkın süredir gündemde, ama biraz kar amacıyla yapılıyor, spekülatif tarafı var. Florida’da bazı klinikler insanların gözüne kök hücre enjekte ettiler, yarım düzine hastayı kör ettiler. Tıp dışı uygulamalar, alternatif bile değil.

Kök hücrede ne bilinmiyor...

Kök hücre, bir organda sözgelimi beş on farklı türde hücre üretebiliyor, ama o hücrelerin üretilme sürecinde kritik yol ayrımları var; a hücresi başka, b hücresi başka bir yol izleyecek ama yol ayrımlarında onlara hangi yolu izleyecekleri kararını ne ve nasıl verdiriyor, bunu bilmiyoruz. Tek bir hücreden başlayıp farklı türdeki hücreleri üretmeyi öğrenebilirsek, bunu bir organ iskeleti üzerinde yapabilirsek, o zaman organ üretebiliriz.

Deterministik olma olasılığı daha yüksek değil mi, yoksa diğer yol, yani şans kalırsa gidecekleri yol, o zaman canlı oluşumunda çok farklılıklar yaratmaz mı? Çünkü bir insanın ortaya çıkması da bir deterministik bir yapı gerektirir.

Tabii ki sonuç olarak deterministik olması gerekiyor. Bazen de bilgi eksikliği rastlantı gibi gözüküyor.

Nasıl işliyor, bilimde temel sorudur...

Bir kök hücrenin nasıl olup da 10-15 farklı hücre çeşidi ürettiği sorunu çözüldükten sonra bir doku mühendisi, bundan nasıl organ üretiriz sorusunu soracak. Bu sorunun yanıtını bilimsel olarak pat diye bulamazsınız, durmadan yeni sorunlar çıkar, onları çözmek gerekir. Bir birikim meselesi, birikiyor sonra bir patlamayla çorap söküğü gibi çözülüyor.

Örneğin, kök hücre konusunda en büyük sıçramayı Japonya’dan Yamanaka yaptı, o da Nobel aldı. Öyle bir deney yaptı ki bana da sorsanız katiyen sonuç vermez derdim. Ama Yamanaka, diğer araştırmacıların sonuçlarını alıp, yılların birikimini bir sıçramaya dönüştürdü, o benim için çok eğitici oldu.

Doğru soruyu sormak önemli...

Bilimde en önemli konulardan biri doğru soruyu doğru zamanda sormaktır, çünkü yanıtı çok kolay verilebilecek bir soru sorarsanız yeni bir şey bulamazsınız; yanıtı olanaksız bir soru sorarsanız da hiçbir şey bulamazsınız.

Bilim doğru sonuçlar kadar yanlış sonuçlarla da ilerliyor. Şu andaki en büyük sorunlardan biri, işe yaramayan deneyleri yayınlayacak bir derginin bulunmamasıdır. Aslında dünyanın en önemli bilgi kaynağı olabilir işe yaramayan deneyler dergisi.

Elektronik olarak bu deneyleri içeren bir dergi arşivi kurulabilir. Niye çalışmıyor diye bakıldığında, acaba şunu mu eksik yaptı diye sorulabilir.

Şöyle bitireyim: Yayın yapmak, referans almak vb. şeyler çok önemlidir bilimcilerin hayatlarında. İşe yaramayan deneyler düzenleyip bunları yazmak bayağı vakit işidir, bilimciye bir getirisi yoktur bunun, internete koymanın dışında. Böyle bir sistem yok, bir eksiklik... O yüzden herkes kendi hatalarından yararlanıyor, başkalarının hatalarından pek yararlanamıyor, ne yazık ki.

Tan İnce, çok teşekkürler bu söyleşi için... Sana başarılar diliyorum.

Orhan Bursalı

*Bu yazı, HBT Dergi 231. sayıda yayınlanmıştır.