Tarihsel veriler ışığında planlı kalkınmayı yeniden düşünmek…

Bayram Ali Eşiyok Y
Tarihsel veriler ışığında planlı kalkınmayı yeniden düşünmek…

Tarihsel olarak piyasa mekanizmasına dayalı kaynak tahsis süreci, çevre ülkelerin ekonomik sorunlarını aşmada başarısız oldu. İkinci Dünya Savaşı ile başlayan ancak esas olarak 1950 sonrasında gündeme gelecek olan planlı kalkınma paradigması sayesinde birçok çevre ülkesi kalkınmada önemli gelişmeler sağladı.

Çevre ülkelerde uluslararası Keynesciliğin bir yansıması olarak gündeme gelen planlamaya dayalı ithal ikameci kalkınma stratejisinden önce, Türkiye 1930’lu yıllarda kalkınmacı devletin uyguladığı sanayileşme stratejisi sayesinde sanayide önemli gelişmeler gerçekleştirdi. 1929 büyük bunalımının etkisiyle gündeme gelen ve dünyada ilk planlama deneyimlerinden biri olması açısından da “özgün” bir yönü bulunan model, İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması ile sona erdi.

Kapitalist “merkez” ülkeleri derinden sarsan büyük bunalım sonunda, “çevre” ülkelerin (başta L. Amerika ve Türkiye olmak üzere) ilk kez kendi öz dinamiklerine dayalı bir ulusal sanayileşme fırsatını yakalamış olmaları, 1950 sonrasında “bağımlılık okulu”na mensup yazarların ileri sürdüğü bir tezdi.


Öz dinamiklerle sanayileşme ve kaçırılan fırsatlar

Kadrocuların daha 1930’lu yıllarda, (“Bağımlılık Okulu” nun tezlerinin henüz gündemde olmadığı bir dönemde), bu çözümlemeyi yaptıkları görülür. Kadroculara göre 1929 dünya ekonomik buhranı, Türkiye gibi henüz sanayileşmemiş ülkeler için önemli fırsatlar yaratmıştır. Kuşkusuz, 1930’lu yıllarda kapitalist blokta henüz hegemonik bir gücün ortaya çıkmamış olması ve bu hegemonik gücün biçimlendirdiği bir dünya düzeninin henüz kurulmamış olması yeni kurulmakta olan Cumhuriyet’e göreli bir özerklik alanı sağlamıştı.

Bu sayede kalkınmacı devlet ekonomiye müdahale ederek sanayileşmede önemli gelişmeler sağladı…

1930-1939 döneminden sonra, Cumhuriyet tarihinin en temel ikinci sanayileşme hareketi 1963-79 döneminde planlamaya ve ithal ikamesine dayalı sanayileşme stratejisi sayesinde gerçekleştirildi. Planlı dönemde sanayide sağlanan gelişmeler, Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı ile daha da derinleştirilmek istendi. Ancak, Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı da tıpkı 1946 İvedili Sanayi Planı gibi tasfiye edilerek uygulanmadı.

Türkiye, Dördüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın tasfiye edilmesi sonucunda uygulamaya konan 24 Ocak İstikrar Programı ile birlikte, sanayileşme hedefinden vazgeçerek, uluslararası işbölümünün öngördüğü düşük teknoloji yoğunluklu, harc-ı alem sektörler (tekstil, gıda vs.) temelinde dünya ekonomisine eklemlendi.

24 Ocak Karar’ları ile birlikte, planlamaya dayalı sanayileşme politikalarının yerini “serbest piyasa” söylemi çerçevesinde neoliberal yeniden yapılanma politikaları aldı. Neoliberal politikaların giderek bir ideolojik tahakküm aracına dönüştüğü bu yeni dönemde, iktisat politikaları tartışmalarında planlama ve planlı kalkınma kavramları tümüyle gündem dışına itildi, ortodoks bir serbest piyasa söylemi egemen kılındı… Gelinen nokta mı? erken sanayisizleşme ve aratan dışa (ithalata) bağımlılık….

Sanayileşmede planlı kalkınma yılları çok daha başarılı…

1930-1939 ve 1963-1979 dönemlerinde kalkınmacı devletin uyguladığı planlı, programlı politikalar sonucunda sanayinin yıllık ortalama büyüme oranı %9,5 olarak gerçekleşti. Plansız, programsız 67 yılda ise, %5,5 oranı ile sınırlı kaldı. Sanayi sektörü, ithal ikamesi ve planlama sayesinde uluslar-ötesi şirketlerin yıkıcı etkilerinden görece korunarak daha tempolu büyüdü. İthal ikameci ve planlı dönemlerin aksine dışa açık, liberal ekonomi koşulları altında sanayi sektörü uluslararası rekabet gücü karşında tutunamadı, özellikle 1980-2017 neo-liberal yeniden yapılanma döneminde uygulanan politikalar erken sanayisizleşme olgusunu gündeme getirdi. (Bakınız Tablo). Sanayide olduğu gibi, GSYH’nin büyüme başarımı da planlı yıllarda daha yüksek (Bakınız Tablonun son sütunu) gerçekleşti.

Planlı yıllarda sanayi 3 yıl küçülürken, plansız yıllarda 14 kez küçüldü

Sanayi sektörü planlı, programlı yıllarda üç yıl küçülürken (1935’de %0,1; 1936’da %3,4 ve 1979 yılında %5,0), plansız programsız yıllarda tam olarak 14 kez küçüldü. Plansız, programsız yılların 1980-2017 kesitinde ise tam beş kez küçüldü…

Plansız, programsız yılların bütününde sanayi sektöründeki yıllık ortalama negatif büyüme oranı %5,8 iken, bu dönemin 1980-2017 kesitindeki sanayinin negatif yıllık ortalama büyüme oranı %6,3 olarak gerçekleşti. 1980-2017 döneminde negatif küçülme oranının artmasının temel nedeni 32 Sayılı Karar’dan sonra gündeme gelen krizlerdir. 1990 yılından itibaren Türkiye ekonomisi krizden krize sürüklendi. Planlı programlı yıllarda sanayinin negatif yıllık ortalama büyüme oranı %1,8 ile plansız programsız yıllar ile kıyaslanmayacak kadar küçük kaldı…

Sonuç

Genel bir sonuç olarak, Cumhuriyet tarihinin (1924- 2017) tarihsel büyüme başarımını gösteren %5,1’lik büyüme oranı, dünya ekonomisinde aynı dönemde gerçekleşen ortalama büyüme oranı dikkate alındığında, ne iyi, ne kötü, “orta” düzeyde bir başarım anlamına gelir. Türkiye ekonomisinde 1924-2017 döneminde gerçekleşen ortalama büyüme oranı Türkiye’nin gelişmiş ülkeler ile arasındaki kalkınma (teknoloji) açığını kapatacak düzeyde bir büyüme oranını ifade etmemektedir. Bu büyüme oranı Türkiye’nin gelişmiş ülkelere yakınsamasında yetersizdir.

Sonuç olarak, 20. yüzyılda kalkınma sürecinde başarılı olmuş ülke deneyimleri göz önüne alındığında, kısa zamanda sanayileşerek az gelişmişlik sorununu aşmak isteyen Türkiye gibi gelişmekte olan bir ülkenin salt piyasa sinyallerine dayalı kaynak tahsis süreci ile bu hedefi gerçekleştirmesi gerçekçi değildir.

Piyasa esas olarak kısa erimli ve yüksek kar getiren sektörler yönünde tercihlerini ortaya koyduğu ölçüde yapısal değişmede ve sanayileşmede başarısız olur. Kalkınma (sanayileşeme) toplumsal bir amaç olarak ortaya konduğunda, kaynak tahsis sürecinde piyasa ve planlamanın senkronize olduğu bir model en gerçekçi model olarak öne çıkıyor. Bitirirken not edelim: Sermaye hareketlerinin tam liberalize edildiği bir dünyada, planlamada belirtilen büyüklüklere (başta göreli fiyatlar olmak üzere) ulaşmanın güçlükleri göz önüne alınarak sermaye hareketlerinin denetlenmesi gündeme gelebilecektir.

Bayram Ali Eşiyok / [email protected]

Bu yazı HBT'nin 139. sayısında yayınlanmıştır.

Bayram Ali Eşiyok