Şehit tepeleri ve barış anıtları

Bozkurt Güvenç
Şehit tepeleri ve barış anıtları

Cumhuriyet’imizin 93. yaşını* nasıl kutlayacağımı tasarlarken, "Şehitler Tepesi boş kalmasın" dileği kulaklarımda; unutma beni diyor. İnsan, ölümlü bir varlık olarak gelip geçer bu dünyadan. Ülkesi ve ülküsü için canını feda eden kahramanlar ise şehitler katında saygı ve şükranla anılır, adı bilinmeyen meçhul asker için törenler düzenlenir. Resmi konukların şehitlikleri ziyaret etmesi beklenir. Şehitlere saygı, ülkelerin geçmişine, tarihi varlığına gösterilen evrensel bir saygıdır.

Ne var ki, şehitler tepesi boş kalmasın dileği, zihnimde buruk acı izler bırakıyor. Nedenini anlamaya çalışıyorum. Devrimci şairin söylediği gibi: "Ölmek ve öldürmek görece kolay". Bilim, din ve sanatların ortak amacı, hayatı yaşamak ve yaşatmaktır! Ülkesini yaşatmak için yaşayan kahramanların hizmetleri, kısır gerekçelerle inkâr edilerek insafsızca karalanırken, şehitler tepesi boş kalmasın dileğinde bir bilgi veya bilinç boşluğu hissediyorum.

Ülkemizin varlık ve bağımsızlığının tapusu sayılan Lozan Antlaşması’nı imzalayanlar, hayatlarını toplumun yaşaması ve gelişmesine adayanlar belki şehit olmadılar ama ülkeye, vatana, geleceğimize daha mı az hizmet ettiler? Buruk acı duygum, bu sorudaki saklı özeleştiriden kaynaklanıyor.


Lozan’dan yüzyıl sonra bu sorunun gündeme gelmesi tarihi bir yanılgı ise sorumlusu kimdir?

Milli varlığımızı ve onurumuzu savunanların kurduğu ve bize emanet ettiği Cumhuriyet’in Milli Eğitim politikasının sorumluluğu yok mu? Olmaz olur mu? Cumhuriyet bir kültür devrimi yaptı ama onun bilincini topluma mal edemedi. Birtakım cahillerin tarihi ve bilimsel gerçekleri inkâr etmesi nadir değildir. Her ülkede her zaman görülür. Ancak 70-80 milyonluk bir ülkede seçmenlerin yarısı böyle yalanlara inanıyor ve destek oluyorsa; bu yanılgıda tarihe düşen, düşülen yapraklardan alınacak dersler olmalıdır.

Cumhuriyet eğitiminin geçmişi ve geleceği 

Toplumların tarihi geçmişinde ve geleceğinde, değişen kültürü yenileyen eğitimin yeri ve işlevi tartışma kabul etmeyen bir gerçekliktir. Konu, eğitim değil, nasıl bir eğitim sorusudur.

Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında çağrılan Eğitimci John Dewey, Türk Maarifi (1925), Raporu’nda, eğitim politikasını yapacak Talim Terbiye Kurulu’nun, Bakan’ın emrinde değil üstünde yer almasını önermişti; Bakan değiştikçe eğitim programları değişmesin gerekçesiyle.

Her şeyi denetlemek isteyen hükümetler, hayati öneriyi dikkate almadı. Oysa, Milli Eğitim Kurulu’nu değiştirme yetkileri vardı. Köy Enstitüleri uygulamasından sonra her yeni Bakan kendi eğitim anlayışını Talim Terbiye Kurulu’na dayattı, direnen üyelerin yerine ‘Emret Bakanım’cılar atandı. Politik amaçlarla yaz-boz tahtasına ya da yamalı bir bohçaya dönen Milli Eğitim hizmetleri artık yönetilemez; sorunları çözümlenemez duruma geldi. Sorunu gören ve hükümetleri uyarmaya çalışan uzmanlar Milli Eğitim’den uzak tutuldular.

12 Eylül’de Olgunluk (Uluslararası Bakalorya) Sınavı’na dönülmesi yolundaki yapıcı bir öneriye, Konsey’den şöyle bir yanıt gelmişti: Üst düzey yöneticileri, o sınavın adını duymak bile istemiyor. Kimleri ya da neleri dinliyorlardı acaba? Halen yürürlükteki Temel Öğretim Kanunu (1973/1739) neden uygulanmıyor?

Her okul türü ve eğitim programı için toplam 50 genel müdürlük kuran bir bakanlıktan ne beklenebilirdi? Nasıl Bir Eğitim Reformu denememde, genel müdürlük sayısının 5’e indirilmesi önerime cevap bile verilmedi.

Tarihi şaşkınlığımızın sorumluluğunu FETÖ’ye yüklemeye devam edersek, yaşanacak daha ciddi sorunlardan Milli Eğitim’e hiç sıra gelmeyebilir.

Bozkurt Güvenç

*Aramızdan ayrılan Bozkurt Güvenç'in anısına saygıyla. Bu yazı Ekim 2016'da HBT Dergi'de yayınlanmıştır.


Bozkurt Güvenç