Biraz da anılar…

Bozkurt Güvenç
Biraz da anılar…

Kültür kanunla olmaz... Demokrasi, halkın yalnız istediklerini yapmak değil, ona istemesi gerekenleri kazandırmaktır. - Cevad Memduh Altar

23 Nisan 1920 günü İttihat Terakki’nin Ankara binasında yapılan Millet Meclisi Açılış Töreni’ndeki “Hâkimiyeti Milliye” posterleri kimseyi rahatsız etmemiş olabilirdi. Oysa bu deyimin Frenk dillerindeki karşılığı Res publica (halk hâkimiyeti), yani, Tanzimat ve Birinci Meşrutiyet yöneticilerinin uykularını kaçıran “Cumhuriyet” idi.

Yıllar önce bir “Ulusal Egemenlik” seminerinde, Yusuf Akçura teziyle tanıdığım François Georgeon usulca sordu: “Türkçe’de milli hâkimiyet kavramı varken, ‘ulusal egemenlik’ deyimini nereden çıkardınız?” Osmanlıca millet kavramı, Frenklerin “nation” anlamında değildi. “Mustafa Kemal, millet ile ümmeti ayırmak istemiştir” yanıtını vermiş olmalıyım. Beni tanımak isteyen Georgeon gülümsedi, pek üstelemedi. 23 Nisan 1920 “Hâkimiyeti Milliye” posterleri sanırım, Cumhuriyet’in habercisiydi.


İstiklal Savaşı’ndan ve Ateşkes’ten sonra, İsmet Paşa Lozan Barış Konferansı’na hareket ederken, Başvekil Rauf Bey, Mustafa Kemal ile Hilafet yanlısı bazı generalleri Keçiören’de bir akşam yemeğine davet ederek, “Milletvekilleri Cumhuriyet’i ilan etmenden korkuyor. Bu sorunu çözmesini rica ediyoruz.”

Ertesi gün Mustafa Kemal kürsüye çıkmış ve Meclis’i yatıştırmış: “Efendiler, günü gelince Cumhuriyet’i ben değil sizler ilan edeceksiniz.”

Yıllar sonra Londra Büyükelçisi görevinden dönen, ünlü Hamidiye Kumandanı Rauf Bey, tarihi ayrılığı mealen şöyle yorumladı: “Mustafa Kemal haklıydı. Onu yalnız bıraktık ama yine de başardı. Biz onsuz hiçbir şey yapamazdık.”

Milli Hâkimiyet’in çocuklarımıza bir bayram olarak armağan edilmesi, Cumhuriyet’in siyasal partilere değil de Türk gençliğine emanet edileceğinin habercisi gibi yorumlanabilir. Bu bağlamda, parti sözcülerinin “Cumhuriyet’i ve demokrasiyi biz getirdik” söylemleri bana hiç inandırıcı gelmiyor.

Cumhuriyet’in 9. Kuruluş Yılında ilkokul öğretmenimden öğrendiğim “Artık savaş bitti ey şen arkadaş” marşının, Verdi’nin Süveyş Kanalı ile Kahire Operası’nın açılışı için bestelediği Aida Operası’nın ezgisi olduğunu öğrendiğimde, şaşırıp kalmıştım. Genç bir ilkokul öğretmeni, tek bir opera veya konservatuarı bulunmayan ülkede bu ezgiyi nereden, nasıl öğrenmiş olabilirdi?

Osman Göksu’nun, Cevad Memduh Altar’ın yazısı bu soruyla ilgiliydi:

1924 yılında Cumhuriyet’in Birinci Kuruluş Yıldönümünü kutlayan SSCB Genel Sekreteri Lenin, dost ülkenin Cumhuriyet’ine özendirici bir armağan olarak, Moskova Devlet Opera ve Korusu’nun Ankara’da bir Beethoven konseri vermesini önermiş. Armağan güzel de uygun yer yok. Cevad Memduh, Cebeci Halkevi’ni acil bir konser salonuna dönüştürerek sorunu çözmüş. Koronun 4-sesli İstiklal Marşı’ndan etkilenen Gazi Mustafa Kemal, “Taşıma suyla değirmen dönmez” diyerek, Cevad Memduh’u Fransa’da bulacağı müzikolog hocalarla bir Musiki Muallim Mektebi ve Konservatuar kurmakla görevlendirmiş.

Sevgili ilkokul öğretmenimin Aida Operası’nın açılış ezgisini nereden ve nasıl öğrendiği sorusu böylece aydınlığa kavuştu.

Demokratik bir Hukuk Devleti’nin eğitim, sağlık ve güvenlik görevleri, tüzel kişilik sahibi STK’lara devredilebilir. Fakat, bu yetki ve uygulama, siyaset yapanları ve onlara oy veren masum seçmenlerin, halk arenalarında alkış tutan ama hak verip oy vermeyen yurttaşların, düzmece iddianameleri ve Silivri duruşmalarını savunanların, gönüllü veya firari savcıların, suskun Yargıtay’ın bozma kararını Hukukun Nihai Zaferi olarak alkışlayanların, toplumca hepimizin, yasal ve etik, ortak sorumluluğumuzu ortadan kaldırır mı?

Bir durup düşünelim bunu...

Bozkurt Güvenç

*HBT 29 Nisan 2016, Sayı 5


Bozkurt Güvenç